Aşırı Sıcaklar, Toplumsal Çalkantılar ve Doğruyu Seç Filmi

Bu yıl daha baharı yaşamadan birdenbire kendimizi yoğun bir sıcak dalgası içinde bulduk. Değerler öyle bir yükseldi ki iflahımızı kesti. Ülkenin büyük bölümünde, özellikle de deniz kıyılarındaki pek çok kentte, yüzyılın en sıcak günleri yaşandı. Tabii bunun daha başlangıç olduğunu bilmiyorduk.

Batıgün Sarıkaya 31 Ağustos 2024

Ağustos ayını bitirirken hâlâ 40’lı derecelere ulaşan sıcaklarla boğuşuyoruz. Kronik rahatsızlığı olanlar, yaşlılar ve çocuklar öğle saatlerinde sokağa çıkmasın deniyor. Sıcak öyle boğucu ki on dakikada bir duş almak da yetmiyor, kapalı ortamda bunalınca klimalara yükleniyoruz. Bu sıkıntıyı yalnız öğlen çeksek iyi, geceleri uyumak bile zor. Sahillere, derelere akın edenler; yaylalara, dağlara çıkanlar şanslı. Çünkü beton cenneti şehirlere kapanıp kalanların pek bir çaresi yok. Sıcak hem bedenen hem zihnen yoruyor insanı. Haydi bunlar neyse, bir de haftalardır pıtrak gibi ülkenin her yanına sıçrayan orman yangınları var ki çaresizliğimizi derinleştiriyor. Meteoroloji uzmanlarına göre önümüzdeki haftalarda mevsim normallerine iniş olacak ama artık “normal” bile sıcak. 

Sıcaklarla mücadele edemediğimiz böyle bir ortamda psikolojimiz de olumsuz etkileniyor elbet. Üstelik bu durum sadece bireysel duygu durumumuza zarar vermiyor; toplumsal psikolojimiz de bozuluyor. Daha kolay öfkeleniyor, tahammülsüz davranıyoruz; normal şartlar altında belki biraz çabayla çözebileceğimiz sorunlar gözümüzde dağ gibi büyüyor. Bizi birbirimize düşüren nefret tohumları, sıcakların etkisiyle katmerlenip zihnimizi esir alıyor. 

Bütün bu sıcak gerginliği bana eski bir filmi anımsattı. Aslında çok da eski değil, hepi topu 30 yıl önceden kalma. Bununla birlikte nitelikli sanat yapıtlarının çoğunda olduğu gibi bugünlere ışık tutuyor. 80’lerin fazlasıyla kutuplaşmış dünyasına başkaldırı niteliğinde, 90’lı yıllara geçerken yıkılan iki kutuplu dünyanın getirdiği aydınlanma ve öfke duygusuna tercüman olan, 89 yapımı bir film bu: Doğruyu Seç (Do the Right Thing).

Bağımsız Amerikan sinemasının önemli yönetmenlerinden Spike Lee’nin dünya çapında tanınmasını sağlayan film, kavurucu bir yaz gününde geçiyor. Belki de bu yüzden hâlâ sıcak hava dalgasının yoğun saldırılarına maruz kaldığımız bu günlerde izlemek ve bazı meseleler üzerine düşünmek çok da yerinde olur.

Filmlerde Sıcaklamak

Do the Right Thing, sıcaklarla ilişkimizi irdeleyen filmleri düşününce akla gelen ilk film değil aslında. Sıcakların iklim krizi içinde ele alındığı, kuraklığın sonuçlarının anlatıldığı filmler haricinde aşırı sıcaklar özellikle Amerikan sinemasında karakterlerin aşması gereken zorluklara vurgu yapan bir öneme sahip. Çoğunlukla Asya ve Ortadoğu’da geçen hikâyeler görselleştirilirken egzotik biçimde ele alınıyor. ABD söz konusu olduğunda Meksika’da ya da Teksas gibi eyaletlerde geçen filmlerde de atmosferi belirleyen bir unsur olarak kullanılıyor. Traffic (2000) gibi filmler, Breaking Bad (2008-2013) gibi dizilerde sıcağın kullanımı bu minvalde işliyor. 

Walter White (Bryan Cranston) sıcaklardan bayılmış durumda.

Abartılmış sarı filtreler, ıssız ve kıraç bölgelere uzanan yolların üstünde titreşen serapla verilen terleme hissiyatı, zorlu bir durumda kalan kahramanların sıcağa yaptığı atıflar… Kimi filmler Terminator 2: Judgment Day (1991) gibi yaklaşan felaketin ciddiyetini göstermek için,  kimileri ise Black Hawk Down (2001) ya da Rambo’nun devam filmleri (Rambo: First Blood Part II [1985] ve Rambo III [1988]) gibi yabancı bir ülkede Amerikalıların etrafını saran tehditlerin görsel karşılığını bulmak için sarı sıcağa başvuruyor. 

Bizim sinemamızdan da politik kuraklığı ve onun yarattığı gerilimi bozkırda bir ilçede yaşanan olaylar ekseninde sıcağın görselleştirilmesiyle veren Kurak Günler’i (2022) önemli bir örnek olarak sayabiliriz. 

Bu filmlerde, sıcağı adeta yanı başımızda duyumsarız ancak ateş gibi yanan hava üzerinden toplumsal ya da politik bir yoruma başvurma gereksinimi pek duymayız (Kurak Günler hariç). Bu filmlerin asıl derdi bu değildir çünkü. Oysa aşırı sıcaklar pekâlâ mevcut gündelik yaşamla kurduğumuz ilişkiyi doğrudan tarifleyebilir. Yaşadığımız çıkışsızlığın görsel-duyuşsal göstergesi olabilir.

Kavurucu yaz günlerinin tahammül sınırlarımızı zorladığı filmleri düşününce aklıma gelen -daha tekil- bir başka örnek de başrolünde Michael Douglas’ın yer aldığı, 93 yapımı bir Joel Schumacher filmi: Sonun Başlangıcı (Falling Down). Asfaltın piştiği bir Los Angeles gününde işten çıkarılan beyaz yakalı bir adamın giderek kabaran öfkesi üzerine kurulan film, sıcaklığı bu öfkeyi gösteren bir araç olarak kullanıyor.

William "D-Fens" Foster (Douglas) açılış sahnesinde arabada ter döküyor.

Ancak bu film, Do the Right Thing gibi toplumsal sorunların kökenlerini düşündürmek niyetinde değil. ABD özelinde kozmopolit yaşantının açmazlarını ortaya dökmek ve kapitalizmin şahlandırdığı karmaşık sistem içinde beyaz Amerikalı figürün itidalini nasıl kaybettiğini göstermek için yapılmış gibi. Biraz uyarı tonu taşıyor, yaklaşan tehlike büyük demeye çalışıyor belki de. Bu yönüyle çözüm siyasetinden ziyade kentin ve toplumun tehditlerine yönelik muhafazakâr bir motivasyonla güdümlenmiş denebilir.

Huzur İçinde Bir Arada Yaşayabilmek

Do the Right Thing ise sıcaklığı anlatının merkezinde, meselesinin tam ortasında konumlandıran bir yapım. Bu filmde yaşananlar, toplumsal yaşam içinde karşılaştığımız çatışmaların sıcaklar üzerinden bir yansıması adeta. Filmin tartıştığı en temel konu ırkçılık ve sınıf ayrımcılığı olsa da toplumsal birliktelik, sevgi, aile, bağlılık, eğitim, işsizlik gibi pek çok meseleye ilişkin gözlem de izleyicinin dikkatine sunuluyor.

Brooklyn’in Bedford–Stuyvesant mahallesinde geçiyor film. Ağırlıklı olarak siyahilerin yaşadığı bu bölgede farklı etnik gruplar da var: Koreliler, Porto Rikolular, İtalyanlar… Görünürde aralarında belirgin bir çatışma söz konusu değil. Yine de bu küçücük yerde aynı sokakları paylaşsalar da kültür farklarından kaynaklanan uzaklık hissedilebiliyor. Uzun yıllardır birlikte yaşıyorlar ancak “öteki”nin varlığını tam olarak kabullenmiş değiller. İçten içe bir tedirginlik, rahatsızlık var; tam kabullenme söz konusu değil. Olayların patlak vermesi ufak bir kıvılcıma, incir çekirdeğini doldurmayacak bir gerekçeye bakıyor. Ne kadar tanıdık değil mi?

Sıcaktan kaçtıkları köşede oturmuş dedikodu yapan ihtiyarlar.

Filmin ana karakterleri, 25 yıldır aynı mahallede pizza dükkânı işleten Sal (Danny Aiello) ve onun yanında çalışan biraz serkeş, ağırkanlı siyahi Mookie (Spike Lee bu rolü bizzat kendisi üstlenmiş). Mahalledeki bütün tipler farklı özelliklere sahip, uçuk kaçık kişilikler. Bu farklılıklar belirgin biçimde hissediliyor. Tek ortak noktaları yoksulluk, vahşi kapitalist dünyada var olmaya çalışırken yaşadıkları çıkışsızlık hissi. 

Lee, filmi bir gün içinde gerçekleşen olaylar ekseninde kuruyor. Bu kısıtlı süreye rağmen mahalledeki yaşantıyı uzun yıllardır izliyormuş gibi hissediyoruz. Sokaklarda boş gezen, işsiz güçsüz, umutsuz gençler, köşe başında oturup gelip geçen hakkında konuşan yaşlılar, sıcağa dayanamayıp yangın musluğunu açarak serinlemeye çalışan çocuklar…

Hem bir serinleme kaynağı hem de bir oyun aracı olarak suyun kullanımı.

Çeşitli karşıtlıklar ve çelişkiler gösteriliyor. Dükkân işleten beyazlara karşın siyahiler boş duruyor örneğin. Bu durum yönetmenin siyahi topluma dair bir eleştirisi elbette. Sal, ekmeğini bu mahalleden kazandığı için memnun ve şefkatli ancak büyük oğlu Pino (John Turturro) arkadaşlarının baskısı yüzünden Mookie’yi ve dostlarını pek sevmiyor, ırkçı tutumlar sergiliyor. Benzer bir durum bir grup siyahi gençte de belirgin. “Buggin’ Out” takma adlı karakter (Giancarlo Esposito) bu anlamda en sivri örnek; olayların fitilini ateşleyen de o oluyor. Sal’in dükkânında pizza yerken ünlü beyazların fotoğraflarıyla süslü duvara bakıyor. Bu duvarda neden siyahiler yok diye sinirlenip Sal’le münakaşaya giriyor. Burası benim dükkânım, diye kendini savunan Sal’e, “Ama bizim mahallemizde çalışıyorsun, duvarına bizden birilerinin fotoğrafını koyacaksın.” diye çıkışıyor. Bu çatışma filmin temel sorunsalını oluşturuyor. Buggin’ Out tartışmayı sürdürmekte kararlı, mahalleliden Sal’i boykot etmelerini istiyor. Ancak insanlar o dükkânın pizzalarını sevdiklerini söylüyorlar. Provokasyona gelmemelerinin sebebi, Sal’in varlığı veya kişiliği değil lezzetli pizzaları. Lee, bütün bu gergin ortam içinde, düşünceden uzakta, cahilce ırkçı tavırların hiçbir şeyin çözümü olmadığını anlatmak istiyor.

Toplumsal Kabullere İnat Nasıl Yaşamalı? 

Gün ilerledikçe, sıcakla birlikte tansiyon da yavaş yavaş yükseliyor. Ufak tefek kavgalar, kuru gürültüler yaşanıyor. İpsiz sapsız gençler, mahalleden üstü açık arabasıyla geçen hali vakti yerinde bir beyazı açtıkları yangın musluğuyla tepeden tırnağa ıslatıyor. Polis, yapanı bulamayınca olayı kapatıyor. Polisler rutin kontrol için mahalleden geçerken insanlara tuhaf bir nefret duygusuyla bakıyorlar. Bu durumun altı özellikle çiziliyor. Filmin üzerinde durduğu ikilikler arasında en belirgin olanı bu. 

Gün boyu sokakta dolaşıp kocaman teybiyle rap müzik çalan Radio Raheem (Bill Nunn) karakterinin bir elinde sevgi diğerinde nefret yazan yüzükler var. Bu ayrıca usta oyuncu Robert Mitchum’un kültleşmiş bir karaktere hayat verdiği 1955 yapımı The Night of the Hunter filmine de doğrudan bir gönderme. Bu ifadeler bir bakıma filmin odağına ilişkin simgelere dönüşüyor. Sınıf ayrımının kökeninde yatan bu çatışmanın alevlenmesi pamuk ipliğine bağlı. Görünüşte her şeyin yolunda olduğu, herkesin sessiz sakin kendi işine baktığı topluluk içinde dengelerin değişmesi için kimlik, aidiyet, etnik köken gibi meselelerin devreye girmesi yeterli. Ancak Lee finalde vurguladığı gibi bir başka ikiliği de önemli tarihsel figürler üzerinden tartışmaya açıyor. Martin Luther King, Jr. ve Malcolm X arasındaki görüş farklılığı, yani ABD’de yaşanan ırk ayrımcılığında çözümün kendini korumak adı altında şiddete karşı şiddet mi yoksa barışçıl yollarla mı gerçekleştirileceği sorusu hikâyenin kalbinde yatıyor. 

Filmin temelindeki sevgi-nefret ikiliği.

Filmin atmosferini oluşturan sıcağın bu anlamda en belirgin işlevi de bu noktada ortaya çıkıyor. Sıcağın etkisi arttıkça yükselen hararet, aklıselim biçimde düşünmenin önüne geçiyor. Akşam olunca kalabalık, yaşanan günün ve meydana gelen olayların ektisiyle aklı mantığı bir kenara bırakıyor. Olayın başlangıcı Radio Raheem’in Buggin’ Out’la baskın yapar gibi pizzacıya gelmesi. Raheem yüksek sesle çalan teybi kapatmayınca Sal de bir anlık öfkeyle aleti parçalıyor. Gerisi itiş kakış ve durdurulamayan bir kavga… 

Bu vahim durumu büyüten ise olaya müdahale etmek için gelen polislerin uyguladığı şiddet. İki beyaz polis Raheem’i zapt etmeye çalışırken ölümüne sebep oluyor. Burada ilginç olan şu ki, filmin bu bölümünde yaşananlar 2020’de ABD’de George Floyd’un ölümüne neden olan uygulamaya benziyor. Bu olaydan sonra yaşanan toplumsal eylemler de filmdekiyle paralel denebilir. Bu anlamda film, devlet eliyle yürütülen ırkçı şiddetin insanlar arasındaki eşitsizliği bırakın çözmeyi daha da büyüteceğini vurguluyor. Ama elbette bu durum sadece ırkçılıkla ilişkili değil. İşsizlik, ekonominin giderek bozulması, paranın değer kaybı, yoksulluk, bağnaz mülkiyetçilik, insanları ayrıştıran cahilce tutumlar ve eğitimsizlik çatışmaları körükleyen temel unsurlar. 

Lee, Do the Right Thing ile yakın dönem ABD toplumu üzerinden ayrımcı dünyaya çok güçlü bir bakış atıyor. Bir kara mizah yapısı kurarak eleştirilerini sıkı örülmüş senaryosuyla aktarıyor. Kavurucu sıcakları da bu anlatının araçlarından biri olarak güçlü estetik tercihlerle kullanıyor. Hem kamera açıları hem renk paletiyle karakterleri gevşetip tembelleştiren ve sağduyuyla hareket etmelerini zorlaştıran sıcağı adeta kanlı canlı karşımıza çıkarıyor. 

Tabii “Hâlihazırda yaz sıcaklarıyla boğuşurken bu filmi neden izleyelim ki?” diyebilirsiniz. Eşitsizlik ve adaletsizlikle, yoksunlukla, kutuplaşma siyasetiyle, giderek bozulan ekonomiyle ve türlü türlü sorunla mücadele ettiğimiz bu dönemde sıcaklar ne ki? Yeter ki hararetimizi artırmasın, gerginliklerimizi çözmek için fevri davranmayalım. 

Belki bütün bu sıkıntıları gözden geçirmek, yaşadığımız çatışmalara daha akıllıca bir yerden bakmak ve çözüm yolları aramak adına yol gösterici olur bu film. 

Neden olmasın?

 

 

 

Kaynaklar

 

Görsel 1.

https://en.wikipedia.org/wiki/Do_the_Right_Thing#/media/File:Do_the_Right_Thing_poster.png

Görsel 2.

https://images.app.goo.gl/PzXgddY3cMmAtQkg6

Görsel 3.

https://images.app.goo.gl/zCHxrekXG72b371W9

Görsel 4.

https://images.app.goo.gl/X3UrKqoo76yq1GBj8

Görsel 5.

https://images.app.goo.gl/c4e8rFSXonWuKEeZ8

Görsel 6.

https://images.app.goo.gl/DWa5ANn7nwEB5Zef7

Fotoğraflar
Videolar
Yazar Profili
Batıgün Sarıkaya
Batıgün Sarıkaya

1 İçerik

1981’de Uşak’ta doğdu. Çeşitli özel okullarda Türk dili ve edebiyatı öğretmeni olarak çalıştıktan sonra 2017’de özel çalışmalarına yöneldi. Yerel bir gazetede Sinema Gezgini adlı bir sayfa hazırladı ve aynı adlı TV programını yürüttü. Çeşitli dergiler için editörlük yaptı. Özel bir televizyonda İzmir muhabiri olarak çalıştı. İzmir Kısa Film Festivali, Kadın Yönetmenler Film Festivali ve İzdoc Belgesel Filmler Festivali’nin moderatörlüğünü, Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Günleri ve Uluslararası Homeros Edebiyat Festivali’nin sunuculuğunu üstlendi. Yeşilyurt’ta Açan Nilüfer adlı kitabı 2018’de çıktı. Çeşitli seçkilerde öykü ve denemeleri yayımlanıyor. Hâlen Alsancak’ta Palto Sahaf adlı bir eski kitapçı işletmektedir.

Yazar Profil Sayfası