Bugünün İnşası: Arkeoloji, Sanat ve İzmir - İsmail Gezgin Röportajı
Arkeolog/Yazar İsmail Gezgin ile kitapları, çalışma yöntemi, sanat okur - yazarlığı, İzmir'in arkeolojik, sosyo - kültürel özgünlüğü üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
İzmir.Art: Bir arkeolog olarak edebiyat, mitoloji, sinema, felsefe gibi alanlarda da araştırmalar yapıp üretimlerde bulunuyorsunuz. Disiplinlerarası çalışmak size kendi alanınızda nasıl bir görme biçimi kazandırdı?
İsmail Gezgin: Akademi dünyasında disiplinler arasındaki sınırlar sert duvarlarla örülüp dış dünyaya kapatılarak birer iktidar alanına dönüştürülse de her bir disiplinin yaşamdaki sınırları esnek ve çok geçirgen. Her disiplin belli alanlarda bir aydınlanma yaratsa da -ışık tutmadığı alanın genişliği düşünülünce- bütünü göstermek veya daha çok detayı görebilmek adına büyük bir körleşme yarattığı söylenebilir. Herhangi bir disiplinin gözünden yaşamı anlamak eşyanın doğasına aykırı. Oysa ki, arkeoloji bir bağlamın, bir zaman veya yaşam kesitinin bütününü kavrama, anlama iddiası taşıyan bir bilimdir, geçmiş zamanın yaşamını gözler önüne sermek için yola çıkarak karmaşık sosyal bileşenlerin ilişkilerinden ortaya çıkan evreni yorumlamaya teşebbüs eder. Ancak arkeoloji şeylerin dolanıklığı içindeki birçok yaşanmışlığı barındıran kısa bir geçmiş dilimini dahi anlamaktan ve açıklamaktan çok uzaktır. Çünkü geçmiş bize verili gelmez ve içeriğinde tüm bilimleri ilgilendiren karmaşık ilişkiler vardır. Bu yüzden de uzun zaman nesneye odaklanmış bir arkeoloji anlayışı dünyaya hâkim olmuş, eser bulmak, envanter ve tarihleme yapmak amaçlanmıştı ama bugün işler değişti. Ortaya çıkması istenen geçmiş yaşam kesitinin sadece arkeolojik bir donanımla görünür kılınmasının imkansızlığı artık çoğu meslek çevresinde kabul ediliyor.
Kısaca söylemek gerekirse arkeolojinin çeşitli yollarla elde ettiği geçmişin ve maddi kültür kalıntılarının açıklanması ve yorumlanmasında başlı başına bir okuma problemi var. Geçmişin yaşamına dair kimi enstantaneleri günümüze taşıyan bu maddi kültür kalıntılarını nihayetinde binlerce yıl sonra anlamaya çalışıyoruz. Bu durumda onları üreten zihinsel ve anlam dünyasının koşullarından çok uzaktaki bu çabanın elbette ki hedefe özellikle de tek bir disiplinin bakış açısıyla ulaşması da imkânsız görünüyor. Fransız düşünür M. Foucault’nun “yazar ölüdür” sözü burada anlamını bulur. Foucault, elbette yazarın biyolojik ölümünü kastetmiyordu, onun demek istediği yazarın metinle işini bitirdiğini, ona bir daha müdahale etme şansının kalmadığına işaret ediyordu. Artık metin okurla baş başa kalmıştı. Bu durum arkeolojik materyal söz konusu olduğunda Foucault’nun fiilen kastettiği anlama gelir. Arkeolojik nesneleri üretenler de üretilmesini sağlayan koşullar da artık yoktur. İçerisinde her türlü bilimsel disiplinin etken olduğu, onu üreten koşulların ortada olmadığı bir eseri ya da geçmişi sadece arkeoloji bilimiyle yorumlayamayız, diğer disiplinlerden yardım almaya mecburuz. Söz konusu geçmiş yaşam olsa dahi içinde inanç, siyaset, felsefe, ekonomi, sosyoloji, sosyal psikoloji, kültür, teknoloji ve tüm alanlarıyla fen bilimlerinin metodolojisine ve birikimine ihtiyaç duyacak veriler var. Geçmişe ulaşmak için maddi olanla yaşamsal ve hatta düşünsel olan arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmayı hedefleyen çoklu bir arkeolojik yaklaşım kurmalıyız. Çünkü arkeolojik nesne, okunmaya, anlaşılmaya ihtiyaç duyan bir göstergedir. Her arkeolojik buluntu, bir parçası olduğu ve işaret ettiği bir anlamlı dizgeye gönderme yapar. Ancak söz konusu geçmiş anlam dizgesi onun bileşenlerinin toplamından daha büyük ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Bütün bileşenleri bir araya getirmek anlama ulaşmak için yeterli değildir; bileşenler arasındaki son derece karmaşık ilişkiler ağı büyük önem taşır. Bir eserin meydana gelmesinde etkin olan tüm bileşenlerin görülebilmesi, bu ilişkiler ağının okunup anlaşılabilmesi için disiplinlerarası bir yaklaşım zaruri bir ihtiyaçtır. Yardım aldığınız her disiplin geçmişin karanlığını biraz olsun aralar.
Disiplinlerarasına duyduğum güven ve bu yönde yaptığım okumalar benim arkeolojiye ve arkeolojik olana yaklaşımımda da etkili oldu. Sıkça duyduğum, “Arkeolog musun antropolog mu ya da felsefeci misin?” türünden eleştiriler benim ana akım arkeolojiden ne kadar farklılaştığımın da bir göstergesi şüphesiz.
İsmail Gezgin
İzmir.Art: Yayınlanmış kitaplarınıza baktığımızda arkeolojiyi, sanat tarihini, mitolojiyi oldukça duru bir dille ve derinlikli olarak ele alıyorsunuz. “Sanatın Mitolojisi”, “Homo Narrans: İnsan Niçin Anlatır?”, “Fallusun Arkeolojisi” kendi alanlarında önemli kitaplar. Araştırma yönteminizden bahsedebilir misiniz?
İsmail Gezgin: Benim için arkeoloji ve mitoloji eskiye, geçmişe ilişkin konular değil geçmiş ve şimdinin bilimsel açıdan diyalektik bir bağı var. Geçmiş yaşanmış bitmiş bir zaman dilimine işaret ediyormuş gibi görünse de bir arkeolojik araştırma nesnesi olarak masaya yatırıldığında hep bugünden hareketle, bugünün ihtiyaç ve sorularına yanıt aranan bir zaman dilimine dönüşür. Bu durumda geçmişin sabitliğinden dahi söz edilemez. Sürekli irdelendiği ana bağlı olarak değişen bir araştırma nesnesine dönüşür. Dolayısıyla şimdiki zamanın doğduğu ve üzerinde yükseldiği zemin olarak geçmiş aynı zamanda bugünün inşasının da gerçekleştiği yerdir. Bu durumda şunu söyleyebiliriz, bugün dünden kalandır. Kültürün ve gündelik yaşam pratiklerinin her birinin bir geçmişi var ve hepsi geçmiş bir zaman diliminde yaşamış insanlar ve kültürler tarafından hayata dahil edilmişlerdir. Bu nedenle bugünün problemlerini geçmişten, onu yaratan koşullardan bağımsız anlamak da çözmek de mümkün değil.
Benim çalışmalarım bu gerçeğin üzerine kurulu, anlamak, bilmek istediğim, rahatsızlığını duyduğum/uz meseleleri ele almaya çalışıyorum. Sanatı, dili, iktidar kavramını kendimden hareketle çalışmak istedim. Dönemin trend araştırma konularından bağımsız kendimce anlamak istediğim alanlara yöneldim. Örneğin Fallusun Arkeolojisi kitabımda ele aldığım fallus bir plastik eser olarak kazılarda bolca bulunan bir arkeolojik nesnedir ancak belki de zihinlerdeki karşılığından kaynaklı olarak kimse çalışmamıştı. Bu heykelleri, resimleri üreten inançlar, koşullar, toplumsal normlar kimsenin ilgisini çekmemişti. Biraz da böyle bir araştırma geleneği yoktu. Oysa ki bir kavram olarak fallus neredeyse yüz yıldır psikanalizin tartıştığı bir şeydi. Benzer şekilde son zamanlarda etrafımızı kuşatmış olan masal ve hikâye anlatıcılığı meselesini de Homo Narrans’ta ele aldım. Yıllardır mitoloji çalışıyor, anlatıyor ve yazıyorum ve kültürün bu dilsel anlatılar yoluyla aktarıldığını, en azından bu konuda çok ciddi bir rol üstlendiklerini biliyorum. O yüzden hem kendime hem de konuyla ilgilenenlere çarpıcı bir not bırakmak istedim. Bugün şikayetçi olduğumuz, cinsiyetçi, ırkçı, sınıfçı, şiddet içeren kültürün geleceğe bu tür söylencelerle aktarıldığına işaret edip bunların yeni nesillere anlatılması konusunda daha dikkatli olunması gerektiğinin altını çizdim. Çünkü şikayetçi olduğumuz meseleleri farkında olmadan bir Troia Atı sinsiliğinde olan mit ve masalları anlatarak yeniden yeniden üretmeyelim istedim. Bunu kendime misyon edindim.
İzmir.Art: Türkiye’de sanat okur – yazarlığını, bu alandaki teorik birikimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Akademinin konumu bu noktada sizce ne durumda?
İsmail Gezgin: Genel olarak okur-yazarlık meselesi tüm dünyada ciddi bir problem, neoliberal kapitalist devinim herkesi dijital renkli ekranlara mahkûm etti. Belli bir yaşın altındaki bireyler yazma becerilerini yitirmeye başladılar. Basılı kitap terk ediliyor. Öte yandan türlü olumsuz ekonomik ve siyasal şartlar altında yaşamak zorunda kalan ve tüm dikkatini hızla değişen gündeme veren insanların yaşadığı bizim gibi ülkelerde okuma ve yazma işleri daha da zorlaşıyor. Zihnimize yanlış kodlanan sürdürülemez piyasa koşullarında kolay tüketilebilecek kitaplar tercih ediliyor ve yayınevleri de bu talepleri dikkate alıyor. Dolayısıyla sanat gibi bir meseleyi ele alan, yoğun emek isteyen kitaplar okuyucularını da yayıncısını da hızla kaybediyor. Sanat konusunda müthiş bir külliyat ve birikim var ama bu birikime sahip olanları da çaresiz bırakan piyasa koşulları herkesi kuşatmış durumda. Kitap fiyatlarının artışının yanı sıra giderek ticari bir anlam kazanmaya başlaması yazım, üretim ve arz konularını sıkıntıya sokuyor.
Akademinin durumu daha farklı, üretim tamamen rakamsal değerlere döküldü, akademisyenler puan kazanmak zorunda kalan öğreticilere dönüştürüldü. Bu yüzden uzun süredir akademiden bir beklentim yok. Sanat konusunda daha entelektüel çalışmalar çoğunlukla akademi dışından geliyor ve biz de orayı takip etmeye çalışıyoruz.
İzmir.Art: “Çeşme- Alaçatı/ Arkeoloji, Tarih, Kent, Kimlik”, “Tarih Boyunca Çeşme” gibi İzmir üzerine çalışmalarınız mevcut. İzmir’in tarihini, arkeolojik yapısını iyi bilen, İzmir ve çevresinde yapılan yüzey araştırmalarına katılmış bir araştırmacısınız. İzmir’in tarihsel, sosyo – kültürel özgünlüğüne dair kısaca neler söylersiniz? İzmir’de yaşayanlar bu zenginliğin ne oranda farkında?
İsmail Gezgin: Sınırları içinde yapılan kazılarda İzmir’in yaklaşık 8 bin yıldır yerleşime sahne olduğunu gösterir arkeolojik veriler elde edildi. Daha eski tarihlerde de insanların yaşam alanı olduğunu biliyoruz. Çok sayıda antik yerleşimiyle, antik Ege dünyasının merkezinde Aiolis ve İonia’nın birleştiği noktada bir coğrafya İzmir. Homeros’a ev sahipliği yapmış, İskender’in rüyasına girmiş, sınırları içinde onlarca arkeolojik araştırmanın bulunduğu bir şehir. Çok kültürlü ve inançlı bir tarihsel mirasa sahip, tarih boyunca Anadolu’nun Batı’ya açılan limanı İzmir. Meslektaşım Ersin Doğer’le birlikte yaklaşık 10 yıl, İzmir-Manisa-Aliağa arasındaki üçgende yüzey araştırması yaptık, bölgeyi dere tepe yürüdük. Arkeolojik ve tarihsel miras görünenden, bilinenden kat be kat fazla. Dağlarda kaderine terk edilmiş yüzlerce tarihsel yerleşim var. Aynı şeyi yıllarca yürüdüğüm Çeşme-Karaburun Yarımadası için de söyleyebilirim. Uygarlığın tüm aşamalarının takip edilebileceği Akdeniz dünyasında özel bir yerleşim İzmir…
Görebildiğim kadarıyla da son dönemlerde yerel yönetimlerin arkeoloji ve tarihsel mirasa ilgisi (yeterince olmasa da) biraz olsun arttı. Yerel yönetimlerce de desteklenen arkeolojik kazı ve araştırmalar sıklıkla basına da yansır hale geldi. Çokça sempozyumlar, etkinlikler ve tanıtım faaliyetleri düzenleniyor ancak İzmirlilerin buna katılımı ve farkındalığı nedir, bunu merkeze alan bir araştırma var mı bilemiyorum. Örneğin son zamanlarda İzmir tarihi açısından müthiş veriler sunan Pınarbaşı’nda yapılan arkeolojik çalışmaları İzmir’in sakinleri ziyaret ettiler mi ya da en azından haberleri var mı? Ya da Bayraklı’daki yıllardır arkeolojik kazısı devam eden Eski Smyrna’yı gören var mı? Bunları söylerken bir eleştiri getirdiğimi düşünmeyin yaşadığımız şey bir sonuç ve bundan hiçbir yurttaşın kişisel sorumluluğu yok. Kentsel yaşamı bizim adımıza düzenleme iddiasıyla yurttaştan yetki isteyen politikacılar, yerel yönetimler, kent planlayıcılar kentin tarihsel ve kültürel olanaklarına ulaşılabilirliği ve demokratik paylaşımı konusunu düşünüyorlar mı, planlarını yaparken dikkate alıyorlar mı şüphelerim var. Belediye başkanları, valiler, kaymakamlar ve diğer yöneticiler arkeolojik ve tarihsel sitleri ziyaret ediyorlar mı? Bu yüzden yurttaşlık, kentlilik ve kent kimliği üzerinde ayrıca düşünmek gerekiyor. Bu nedenle türlü ekonomik, siyasal ve sosyal sorunlar içinde sabahtan akşama kadar karşılığını tam olarak alamayan insanların biraz olsun nefes almalarını sağlamak, hayat standartlarını azıcık yükseltebilmek, deneyimlediklerinden çok daha farklı bir İzmir olduğunu gösterecek projeler üretmek ve hayata geçirmek lazım.
İzmir.Art: İzmir’in kültür – sanat ortamına dair neler söylersiniz? İzmir’deki üretimleri, genç sanatçıları, diğer şehirlerden farkını, şehrin kültür – sanat politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İsmail Gezgin: İzmir’den ayrılalı 5 yıl oldu, son zamanlardaki faaliyetleri iyi takip ettiğimi söyleyemem ancak öncesi için konuşursam bu konuda yıllarımızı İstanbul’u kıskanarak geçirdik. Bazı kentler vardır girer girmez bir sanat şehri olduğunu hatırlatacak pek çok şeyle karşılaşırsınız, İzmir böyle bir kent değil. İzmir’in çok kimlikli kültürel geçmişinin hakkı iade edilmeli. Elbette yapılan güzel şeyler var. Yerel yönetimlerin bir sanat politikası olmalı, onların desteği olmaksızın bu işler çok zor. Plazaların en üst katlarında sergilenen, yüksek bütçeli salonlara sıkıştırılmış bir sanat anlayışı İzmir’i şıklaştırır ama sanat şehri yapmaya yetmez. Bağımsız sanatçı ve oluşumların daha fazla desteklenmesi gerek ki geniş katılımlı, çokluğa yer açan yaşayan bir sanat kente yerleşebilsin.
İzmir.Art: Çağın sorunlarına; siyasal, ekonomik, sosyal açmazlara karşı sanatın söz söyleme, etki etme gücü sizce nedir? Bu anlamda entelektüelin görevlerine dair neler söylersiniz?
İsmail Gezgin: Sanat benim her zaman temkinle yaklaştığım bir konu olmuştur. “Sanat iyileştirir”, “Her şeyin ilacı sanattır” diyenlerden değilim. Üretilen her türlü veride olduğu gibi sanat da sanatçı da içinde doğduğu toplumun, kültürün, çağın etkisi altındadır. Aynı siyasal, ekonomik ve kültürel baskılar sanat ve sanatçı üzerinde de vardır. Disiplinler, gelenekler, eğilimler, sosyal normlar sanatçının önüne boş olmayan verili bir tuval sunar. Sanatçıya düşen bu tuvali önce silmek, boşaltmaktır, ancak o zaman sanatçı özgürleşir ve boş tuvale başka bir yaşamın mümkünlüğünü işaret eden eserler üretebilir. Belki şu soruların yanıtını da düşünmek lazım: Sanatın özellikle siyasal ve sosyal olaylar üzerindeki gücü nedir? Gerçekten dönüştürücü bir etkisi olduğu söylenebilir mi? Bunun tarihte örnekleri var mıdır? Bizim nüfusumuzun ne kadarı sanatla ilişkili, sanat onların yaşamında ne kadar belirleyici, ya da ne kadarı sanata duyarlı? Dolayısıyla tüm siyasal yapıyı etkileyecek sanat en azından bizim gibi toplumlar için mümkün mü? Yaşadığımız çağın düşünürlerinin yazdığı kitaplar, az sayıda sanatçının düşüncenin sınırlarını zorlayan eserleri kimin umurunda, kimi harekete geçirebilir? Sanat dünyasını elinde tutan iktidar odakları neler ve kimlerdir? Mevcut sanat kime hitap ediyor? Sanat ve piyasa/para ilişkisi nasıldır? Küreselleşmiş dünyanın siyasal-sosyal alanlarında sanatın belirleyiciliği var mıdır? Dijital teknoloji yaşamımızı bu denli işgal ediyorken ve bireylerin tercihlerini belirleyip yaşamlarını organize ediyorken sanat bir rol kapabilir mi? Ya da belki daha net bir soru olarak, sanat içinde bulunduğumuz dünyadan bağımsızlaşıp bir söz söyleyebilir mi?
Soruları daha da çoğaltmak mümkün ama birkaç satırla yanıt vermek imkansız.
Entelektüeller meselesine gelince, toplum ve genel anlamıyla “toplumsal söylem” sorumlulukları hep birilerinin üzerine yükleme eğilimine sahip. Tüm bireyleri bağlayan krizlerin çözümünün küçük bir azınlığa yüklenmesinde ciddi problemler var. O yüzden meseleyi daha doğru bir yerden dile getirmek gerekir. Zaten toplumsal normatife uygun olmayan fikir ve söylemleriyle hem halk hem devlet tarafından sakıncalı ilan edilen bir kesimi hedef göstermek yerine bizzat topluma sorumluluğunu hatırlatan bir kültürel atmosferi oluşturmak daha etkili bir eylem olacaktır. Toplumsal problemleri çözecek, her şeyin üstesinden gelecek sayıları üçü beşi geçmeyen kahramanlara değil, eşit, adil ve özgür bir yaşam için elini taşın altına koyan kalabalık yurttaşlara ihtiyacımız var.
İzmir.Art: Yeni yayınlanacak çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz? Okurlarınız önümüzdeki dönemde hangi eserlerinizle tanışacaklar?
İsmail Gezgin: Üst üste yaşadıklarımız nedeniyle program çok aksadı ancak yakın zamanda yayımlanacak bazı dosyalar üzerinde çalışıyorum. Bunlardan biri Yordam Kitap’ın Gençlerle Baş Başa dizisinde yayımlanacak olan Arkeoloji kitabı. Uzun zamandır üzerine çalıştığım bir diğer kitap Ötekilerin Arkeolojisi de bir aksilik olmazsa bu kış okuyucularına kavuşacak. Bunlar haricinde masamda açık olan başka dosyalar da var ama şu anda onlardan söz etmek için henüz erken.
Röportaj: Anıl Yıldız