Ev

Konuk editörlüğünü Günseli Baki’nin üstlendiği “Kent ve Sanat” dosyası için M. Eren Sulamacı’nın hazırladığı yazı, kentteki varlığımıza ve kente dair sorular sormamıza imkân veren sanatçıların çalışmaları üzerinden gündemi sorguluyor, kentlere evler üzerinden farklı bir bakış açısıyla bakmamızı sağlıyor.

İzmir.Art 26 Nisan 2023

Ev

M. Eren Sulamacı

Milyondan fazla insanın evsiz kaldığı; milyonlarcasının da evsiz kalma ihtimalinin dehşeti ile yaşamak zorunda olduğu; daha da fazla insanın bir eve sahip olmasının imkânsıza yakın olduğu bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir haldeyken yazmaya başlıyorum ve kendimi EV kavramını düşünmekten alıkoyamıyorum. Sonuçta EV, kentin atomik bileşeni; kentin başladığı yer değil mi? 

Baştan söyleyeyim: hakikati dört başı mahmur bir şekilde bildireceğime söz vermiyorum. Amacım, sizi okuyuculuk, beni yazıcılıktan başka bir hale sokmak. Sizi ve beni düşünücü, sorucu, kısmetse sorgucu haline getirmek. Bunu da Krzysztof Wodiczko, Olu Ogebui, Gordon Matta Clark, Louise Bourgeois’ın işleri üzerinden gerçekleştirmeyi ümit ediyorum. Sonuçta epistemolojiler arasında kurabildiği benzersiz bağlar ile sanat en anlamlı soruları sorabilen eylem biçimi değil midir?

Önce EV hakkında bildiklerimden başlayacağım, bildiklerim şunlardır:

EV ilk önce kokusuyla beliren. 

EV köşesine tutunarak ilk adımlarınızı attığınız sehpa. 

Ayağınızı takıp ilk düşme deneyiminizi yaşadığınız halının saçakları; 

Baştan aşağı büyük bir azimle ilk resimlerinizi yaptığınız, canım, yeni boyanmış duvar: EV. 

Tanıdık nesneler. 

Tanıdık sesler, tanıdık yüzler.

Balkondan veya camdan gözükenler: EV.

Pencerenin pervazı: ev, pervaza konan güvercinler de EV. 

EV hoş. EV güvenli. EV güzel. EV tatlı. 

EV aynı zamanda çatışmanın başladığı yer. 

Yabancılaşmanın başladığı yer. 

EV, ona dönüşü güzel olan olsa bile, ev kendisinden kaçılan. 

EV, kalabalık. 

EV, yalnızlık.

Kalabalıklar içindeki yalnızlık. 

EV, “ben”in inşası, yıkımı, sonra yeniden inşası. 

Yıkılışını fark edebildiğimiz hemen her şey bir tür EV. 

EV, statükonun porselen tabakta üç öğün sunulduğu yer. Ev, kötüyü birinci elden deneyimleyebileceğiniz benzersiz bir yer. Artık evde olmayanlar da, EV. 

EV karanlık. EV tekinsiz. EV ürkünç. 

Sonra biricik EV’in yanında kendine has ikilemleri olan bir başka EV var. Onun yanında bir başkası, sonra bir başka EV, bir başka EV daha… Bu evlerin bazıları tanıdık. Bir yakınınızın evi, bir aile bireyi, bir arkadaşın evi. Sonra bulunduğu sokaktan geçmekte imtina ettiğiniz evler var. Bu EVler de hafızanızdaki EV’e dahil. Çalışılmaya gidilen yerler var veya hiçbir şey yapmadan denize bakmaya gidilen yerler var. Tüm gün ekrana bakılan, çalışılan yer bazen, hiçbir şey yapmadan denize bakılan yer -kesinlikle- EV. Buralardan sonra dönülen yer de hep kesinlikle ev. Eğer bütün bu kent dediğimiz tantanayı biz icat ettiysek, ellerimizle inşa ettiysek, kent komple dev bir EV. Ne yaşanırsa yaşansın, EV, günün sonunda dönülen, dönülmeye arzu edilen yerler, sokaklar, manzaralar, nesneler, diyaloglar, ilişkiler ve hisler bütünü.

Benim aklıma gelenler aşağı yukarı bunlar. Eminim sizin eviniz bambaşkadır. Öyle olsa bile değişmeyen bir şey var, ev ikilemlerin merkezi. İyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, savaş ile barışın, huzur ile kaosun aynı yerde buluşma ihtimalinin olduğu yer.

 

Bir yandan modern kent, kâr odaklı sermayenin kontrolündeki şehir planlaması marifetiyle, şen şakrak görkemli ve pırıltılı evlerin ve yaşamın inşa ve vaat edildiği bir yer. Öte yandan da bu düzenin türlü yollar ile yarattığı tekinsizliğin, güvensizliğin ve kaosun kök saldığı bir yer. Çağdaş sanatçılar ise düzenin süsleyip püsleyip pazarladığı bu nesnelerin, olguların kabuğunu soyarak, bize kentteki varlığımıza ve kente dair sorular sormamıza imkân tanıma gayreti içindeler. 

 

Polonyalı sanatçı Krysztof Wodiczko’nun işleri, statükonun göbek bağı ile bağlandığı kent nesnelerine ve yapılarına gerilla müdahalelerden oluşur. Sanatçı, gündelik hayat içerisinde önünden geçip gidilen, artık kanıksanmış anıtlara, kamusal alanlara, devlet binalarına imgeler projekte eder. Hemşehriler için belki de görünmez hale gelen bu yapılar, Wodiczko’nun ansızın beliren imgeleri ile şehircisini hazırlıksız yakalar.

Wodiczko’nun “Homeless Projection II” isimli eserinde Amerikan İç Savaşı’nı konu alan bir anıtın üzerine bir evsizin görüntüsünü yansıtır. Böylelikle düzenin kullanışlı bulduğu, hayatta kalma savaşı vermiş, geçmişin görkemini yansıtan bu kent nesnesinin üzerine; resmi tarih tarafından kayda değer bulunmayan, bir başka hayatta kalma mücadelesi veren insanı aynı düzlemde buluşturur. Bununla birlikte anıta ait bir başka kolonda şehirde inşa edilen bir konutların görüntüsü ve inşaatı gerçekleştiren bir firmanın logosu yer almaktadır. Böylelikle geçmişin görkemine atfedilen övünç nesnesi, bir utanç anıtına dönüşmektedir.

Homeless II - Krysztof Wodiczko, 1986 

Krysztof Wodiczko’nun “Homeless: Place des Arts” eserinde ise Montreal şehir merkezinde bulunan Maisonneuve Tiyatrosu’nun fasadına şehirde yaşayan 25 evsize ait bir videoyu yansıtıyor. Görüntüsü yansıtılan insanlar kendi hikâyelerini, korkularını, hayallerini anlatıyor. Adeta bir tür resmi olmayan meclisi andıran bu görüntüler her akşam belli saat aralığında yayınlanıyor. İçerisinde önceden yazılmış senaryoların icra edildiği tiyatro binasının yüzeyinde, düzenin görmezden geldiği insanların hikâyeleri izleyici ile iletişim kuruyor.

Homeless: Place des Arts - Krysztof Wodiczko, 2014 

Wodiczko’nun bu işlerini düşününce aklıma gelen sorular şunlar: 

Neden geçmişin övünç kaynaklarının anıtını yapmak, utanç kaynaklarının anıtını yapmaktan daha makbul? Evsiz birinin ikametgâhı olamayacağını düşündüğümüzde oy kullanma hakkı da mı yok? İnsanın hayatı ile ilgili kararları verirken illaki bir tür mülkiyet sahibi mi olması gerekiyor? 

 

Nijeryalı sanatçı Olu Oguibe’ nin 2017 senesinde, Documenta için ürettiği “Göçmenler ve Yabancılar için Anıt” isimli eseri şehrin farklı kesimlerinin hislerini iletişime sokmayı hedefler. Eserin kendisinin meselesinden ziyade, sadece var oluşu ve onun etrafında oluşan olaylar ilginçtir.

Monument to Strangers and Refugees - Olu Oguibe, 2017 

Almanya’nın Kassel şehrinin merkezine yerleştirilen 16 metrelik bu anıtın her bir yüzünde farklı dillerde, Almanca, Arapça, İngilizce ve Türkçe olarak “Yabancıydım Beni Konuk Ettiniz” yazar. Belki de kenarına köşesine bir teşekkür iliştirebileceğimiz bu naif cümleyi içeren anıt halkın bir kısmı ve özellikle göçmen karşıtı, aşırı sağ partiler tarafından büyük tepki ile karşılanır. Absürt bir şekilde göçmenlerin ve daha düşük gelirli insanların yaşadığı şehrin kenar mahallelerine taşınması talep edilir. Şehir ikiye bölünür. Bir yanda anıtı yerinden etmek isteyenler vardır. Öte yanda da bunu bir utanç vesikası olarak görenler. Ve anıt yerinden edilir. Sonra bir bağış kampanyası ile anıt satın alınır. Uğraşlar ve 2 senelik mücadele sonunda eski yerine geri döner.

Monument to Strangers and Refugees - Olu Oguibe, 2017 

Sorular: Sadece sömürmeye müsait yabancılar mı makbuldür? Artık iki tür insan mı vardır? Komşusu açken tok yatmaktan utananlar ve komşusu kendine benzemezse onu komşudan saymayanlar?

 

Gordon Matta-Clark’ ın “Splitting” isimli eseri de Wodizcko ve Oguibe’ninkiler gibi izleyicisi ile benzer bir rastlantısallıkta buluşur. Eser, New Jersey banliyösünde bulunan, o an için terkedilmiş bir eve yapılan müdahalelerden oluşur. Karşısına geçip baktığınızda etrafındaki onlarca evin tıpkısı olan, sıradan bir fasad görünür. Boş evden içeri adım attığınızda, belki de evde eşyaları hayal etmenize imkân veren tanıdık bir boşluk görülür. Buraya kadar her şey modern kentin pazarladığı EV olgusu ile barışıktır. Boş evin içerisinde biraz daha ilerlenildiğinde evin tam ortadan ikiye ayrıldığı görülür. Müteahhit malzemeden mi çalmıştır da, ev ikiye bölünmüştür? Yoksa evin yaşı mıdır bölünmeye sebep? Ya da bir doğal afet? Keskin öylesine düzgün ve kusursuzdur ki, sebebi bilinemeyen bir gücün etkisi ile oluştuğunu içinizden geçirmeniz mümkündür. Matta-Clark tam olarak da bunu yapar, modernist mimarinin işlevsellik, standardizasyon gibi ulvi ve dünyevi ideallerinin üzerine çizikler atar, onları ikiye böler, delikler açar, ya da parçalara ayırır-başka bir düzlemde tekrar bir araya getirir. Bunu yaparken de makinesel bir titizlik, zarafet ve isabet ile yapar.

Splitting - Gordon Matta-Clark, 1974 

Gordon Matta-Clark’ın sanata ve mimarlığa yaklaşımının köklerini hayat öyküsünde bulmak mümkündür. İyi eğitimli, entelektüel bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Doğumundan hemen sonra kendisi de bir mimar ve sanatçı olan babasının aileyi terk etmesi ile birlikte, kardeşleri ve annesi ile bir evden öbürüne, bir kentten diğerine sürüklenir. Evdeki bir kişinin eksikliği ve bu yersiz-yurtsuzluk hisleri ile büyür.

Splitting, Gordon Matta-Clark, 1974

Bir var olan, bir yok olan evler, kentler, insanlar, deneyimlerin izleri işlerinde de görülür. Splitting işinde kullandığı ev vardır, ordadır. Bir açıdan da yoktur. İkiye bölünmüş, ev olmaktan çıkmıştır. Ev, huzurludur; öyle de görünür. Bir yandan da metafizik olayların, ilişkilerin kurulduğu bir yapıdır. EV sapa sağlam ordadır. İçinde yaşayanların insan olmasından sebep gayet de kırılgandır. Babası vardır ve yoktur. Dönemin meşhur modernist mimarlarından Le Corbusier’in bürosunda çalışmış bir babası vardır. Matta-Clark’da Cornell Üniversitesi’nde bir başka modernist akımın kılavuzluğunda mimarlığı düşünür. Babası Le Courbusier’i terk edip dönemin sürrealist topluluklarına katılacak ve modernist mimarinin kuralcı, soğuk, geometrik fikirlerini eleştiren öte dünyaların, kozmosun mimarisini betimleyen resimler yapacaktır. Matta-Clark’ da benzer bir şekilde, Le Corbusier’in, “Ev içinde yaşanılacak bir makinedir.” söylemine cevabı, ”Bir makine yaşamak için değildir.” olacaktır. 

Gordon Matta-Clark bir yandan modern mimarinin EV üzerindeki tahakkümünü zarif bir maharetle deşifre ederken bir yandan da kendi EV’inden filizlenen ikircikli hislerden yola çıkar. O EV hem eve benzemektedir, tanıdıktır ama aynı zamanda da tarifi güç bir tekinsizliktedir.

Sorularım şöyle: EV bir makine ise şehir nedir? Birbirinin aynı evler inşa edince, aynı hayatları mı yaşayacağımız ön görülüyor?

 

Son olarak Louise Bourgeois’nın pratiğini ve kendisini düşünmek isterim.

Louise, Fransa’nın Paris kentinde dünyaya gelir. Sorunlu bir çocukluk geçirir. Babasının istismarlarına ve sözlü tacizlerine maruz kalır. Eve, İngilizce öğretmeni olarak bir kadın girer ve 10 sene babasının metresi olarak aile birlikte yaşar. Louise büyüdüğünde Sorbonne Üniversitesi’nde matematik okumaya karar verir. Annesinin hastalığı sebebi ile eğitimi sık sık yarıda kalır. Babasına vermediği cevaplar, evdeki yabancıya duyduğu öfke ile birleşir, büyür. Annesinin ölümü ile birlikte bunları akıtacak bir mecra olarak sanatı seçer ve matematiği bırakıp sanat okullarına girer. Bir okuldan öbürüne geçer. Sanatçıların stüdyolarını gezer, pratiklerini inceler. Babasının dokumacı dükkânının bir köşesinde kendi galerisini kurar. O esnada, bir sanat tarihçisi olan Robert Goldwater ile tanışır ve birlikte New York’a taşınırlar.

Portrait of Jean-Louise, Louise Bourgeois, 1947-1949 

                                             

Femme maison, Louise Bourgeois, 1946-1947 

 

Yeni bir şehirde yeni bir hayata başlamak pek çok açıdan Louise için bir dönüm noktası olur. Şehirdeki çok katlı yapılardan etkilenir. Kâğıdın iki boyutluluğunun ötesini düşlemeye başlar. Önceleri çizim yaparak başladığı sanat pratiğine heykelleri de katar. Portrait of Jean-Louise isimli eseri, hem şehirdeki gökdelenlere duyduğu hayranlığın hem de dönüşümünün bir simgesidir. Gökdelenlere benzeyen bu insansı heykel aslında oğlu Jean - Louise’nin bir portresidir. Öte yandan, artık Louise’nin sanat yapmaktan başka sorumlulukları da vardır. Artık bir annedir ve evini örmekle “yükümlüdür”. “Femme Maison” isimli resminde bu dönemin yarattığı ruh halini betimler. Resimde bir kadın bedeni gökdelenlerinkine benzer bir şekilde, dimdik durmaktadır. Gökdelenin zirvesinde ise bir ev resmedilmiştir. Bu betimleme bedenin zirvesini imlediği kadar, kadının görüşünü kısıtlayan, onu hapseden, kimliksizleştiren bir anlatıya da olanak tanır. Kadın olmanın yarattığı kaygı Louise’in özelinden yol alır, bu resimde görünür hale gelir. Öyle ki, bu imgelem feminist düşüncenin sembolü haline gelir.

Cells, Eyes and Mirror - Louise Bourgeois, 1989-1993 

Louise’in işlerinin her biri kendi EV’inin nesneleridir. Kişisel travmalarından, histerilerinden, yaşadığı evlerden, odalardan, EV’inden izler taşır. Yaşamının son senelerinde ürettiği ‘The Cells’ isimli seri bu durumun vücut bulmuş nesneleridir. Buluntu nesnelerin ve heykellerin organizasyonlarından oluşan bu eserlerin bazıları kasvetli, bazıları soğuk, bazıları belirsiz bir oyunculuk tasvir eder. The Cells, Eyes and Mirror heykelinde bulunan iki çift göz tasviri dikkat çeker. Mermerin içindeki oyuklara yerleşmiş siyah mermer küreler, bakışın ağırlığını tarif eder. Bakış ağırlığı izleyiciye bakar. İzleyici aynı ağırlıkla cevap verir. Sonra metal kafesin sol köşesine yerleştirilmiş aynadan, aynı ağırlıkla kendine bakar.

Sainte Sébastienne - Louise Bourgeois, 1990 

 

Sainte Sébastienne - Louise Bourgeois, 1990 

Bakışın ağırlığı daha önce sanatçının zihninde yer eden ve işlerinde izi bulunabilecek bir olgudur. Kadın olmanın ve toplumun “bakışlarına” maruz kalmanın etkisini resmeder. Bedenine saplanan oklar ile deforme olan bu kadın figürü çeşitli versiyonlarda tekrar tekrar karşımıza çıkar.

Stamp of Memories I, 1993 
Stamp of Memories II, 1994 

Kadın figürünün yüzeyinin babasının şirketinin logosundan oluşan versiyonunu yapar. Sonrasında logoyu kendi baş harfleri ile “LB” ile değiştirir. Bakışlar bakidir ama bedenin üzerine yöneltilen bakışların yeni bir boyutu belirmiştir. Ailenin içinde kadın olmak, toplumun içinde kadın olmak, sanat enstitüsü için “LB” olarak kadın olmak.

Cell Spider - Louise Bourgeois, 1997 

Louise’in imgeleri bir görünür, bir kaybolur, zaman içerisinde başka başka hallerde tekrar ortaya çıkar. Örümcek imgesi de bunlardan biridir. Örümcek, üretiminin ilk günlerinde çizimler olarak belirir. Hiçbir zaman bir heykel formuna bürünmez. Ta ki kariyerinin son senelerine kadar. The Cells’deki odalardan birinin tepesinde belirir. Bakıldığında odaya örümcek odanın üzerine çökmüş ve odaya hükmediyor gibi gözükür. Aynı zamanda da örümceğin bedeninin bir parçası gibi de tanımlanabilir. Tıpkı “Femme Maison” eserindeki gibi şeylerin ve bedenin kendisi eklektik ama bütünlük içindedir. Louise yazılarında örümceğin annesini sembolize ettiğini söyler. Aynı zamanda da Louise, bu örümcektir.

Louise, EV’i inşa eden; koruyan, onunla birlikte dönüşen, dönüştüren; kendi içinden çıkardıklarından kendi EV’ini kurandır. 

Kuramsız ve makul bir kuralsızlık ile yazmak istedim. Evlerin üstünden uçarak, kente bir de EV’den bakmak istedim böylece son soruyu da sorarak yazıyı bitirebilirim:

Biz EV hakkında bu kadar düşünüyorken yüzbinlerce insana evler inşa edenler EV’in ne demek olduğunu düşünürler mi?

 

 

Muhittin Eren Sulamacı 

1984, İstanbul doğumlu, akademisyen- sanatçı. Özel yetenek bursu ile İstanbul Bilgi Üniversitesi Fotoğraf ve Video bölümünde lisans eğitiminı almıştır. Yüksek lisans eğitimini Sabancı Ünivesitesi Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı bölümünde, psikocoğrafya ve fotoğraf ilişkisini incelediği “Tamamen Nasıl Kaybolunur?” isimli tezi ile tamamlamıştır. Santralistanbul ve Galata Fotoğrafhanesi’ nde gençler ve yetişkinlere yönelik fotoğraf atölyeleri düzenlemiştir. 8. Çanakkale Bienali, İstanbul Modern’de Yakın Menzil, Sakıp Sabancı Müzesi’nde Dün, Bugün: İstanbul gibi pek çok karma sergiye katılmıştır. 2016 senesinde ise Siemens Sanat tarafından düzenlenen Sınırlar ve Yörüngüler isimli yarışmada Didem Erbaş ile birlikte ürettikleri işleri Tortu ile başarı ödülüne layık görülmüştür. Şu an Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde doktora çalışmalarını yürütmekte aynı zamada Ege Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.

www.erensulamaci.com

 

Fotoğraflar
Videolar