Son ses duyulana kadar...

Özge Denizci, müzik yasakları, sansür, otosansür, sanatta ifade özgürlüğünün örselenmesi ve bu durumun tezahürleri üzerine sorgulayıcı bir perspektif çizmektedir.

Özge Ç. Denizci 23 Eylül 2022

Son ses duyulana kadar…

Pandemide ve pandemiden sonraki zamanlardan bugüne (Eylül 2022) kadar müzik sınırlandırıldı veya yasaklandı. Ya da bize öyle geldi… Neden bunu bu şekilde söylediğimi açıklayayım: Geçmişten günümüze özellikle de 1980 Darbesi’yle sadece şarkı sözlerinin değil, türlerin bile yasaklandığını tarihin tozlu sayfalarından okumak mümkün. Diğer taraftan sadece yasaklara karşı yapılan eylemleri, örgütlenme çabalarını v.s.’yi görmek bile yasakların şiddetini anlamamız için yeterli. 

Konuyu biraz daha açıklığa kavuşturmak açısından 2006 yılında, inşacılarından ve imzacılarından biri olmaktan mutluluk duyduğum Sanatta Sansüre Son (SSS) projesinden/girişiminden ve hemen akabinde 3. Uluslararası Freemuse Konferansı’ndan bahsetmek isterim. Tam da aslında az önce bahsettiğim yasaklara karşı örgütlenme çabasına verilebilecek en iyi örneklerinden biri olduğunu düşündüğüm Sanatta Sansüre Son girişiminin sansürle ilgili yazdığı ve yayınladığı metnin imzacıları arasında, tanınan sevilen, bazılarının ise şimdilerde olmasa da o dönemde sesini gür çıkarmaktan çekinmeyen isimlerden olduğunu söyleyeyim. Prodüktöründen, şarkıcısına, ressamından yönetmenine geniş bir skalada seyreden katılımcıların ortak derdi, elbette ki sansürdü. Hatta o dönemde bazen sevgili Şanar Yurdatapan’ın evinde Murat Hasarı, Deniz Kahya, Ragıp İncesağır, Kerem Kabadayı, Murat Meriç, Gülten Kaya gibi isimlerden oluşan bir kadro buluşup müzikte uygulanan sansürlere karşı ne yapabilirizi bile konuşmuştuk. Oradan çıkan metinde ise sadece sansürün değil, muktedirin üzerimizde yarattığı etkiyle otosansürün de hayatımızda özellikle de müzik hayatımızda nasıl etkili olduğunu vurgulamıştık: 

Biz, çeşitli sanat ve kültür dallarında uğraş veren, aşağıda adları yazılı kişiler, Sansür, sonradan cezalandırma ve otosansür’ün birbirini tamamlayan bir “şer üçgeni” olduğunu düşünüyor ve hepsine birden hayır diyoruz”. 

Ömrü pek de uzun sürmeyen bu girişimin yaptığı en kayda değer iş, her yıl düzenli olarak yasaklanan müzik ve müzisyenler hakkında rapor yayınlayan Freemuse ile ilişkilenmiş olmasıydı. Girişim, kuruluşunun ve imza kampanyasını takip eden süreçte, Freemuse (www.freemuse.org)'un Bilgi Üniversitesi’nde “Freemuse 3. Uluslararası Kongresi”nde söz sahibi olmuştu.

Bir başka örnek olarak da belki 80’li yıllardan, metnini Kandemir Konduk’un yazdığı, yönetmen koltuğunda Zeki Alasya’nın oturduğu, 1982 yapımı “Yasaklar” adlı oyunu da vermek ve hatırlamak iyi olabilir. Zira oyunda müsamere için hazırlanan çocuklara müzik öğretmeninin öğrettiği şarkının sözlerinin ve koreografinin nasıl hızla denetleyiciler tarafından değiştiğini görmek mümkün. Meraklıları,“Yasaklar/Minik Kelebek” şeklinde yapacakları küçük bir aramayla parodiyi izleyebilirler. 

Daha önce de dediğim gibi yasak/sansür yoksa ona tepki vermenin de anlamı yok. Özet olarak memleket tarihinin aslında tam anlamıyla yasaklar tarihi olduğunu bilip bunu bilerek önlemler almak ve/veya buna uygun bir şekilde tepki vermek yerinde olacaktır, naçizane önerim. 

Diğer taraftan yasak ya da sansür dediğimiz mesele tabii ki sadece memleket sorunları arasında gelmiyor. Tarihi biraz daha geriye saralım ve coğrafyayı da değiştirelim: 1927 Amerika Birleşik Devletleri. Büyük Buhran’a bir adım kala… ABD’de düzenlenen bir kongre ile bir yasa yayınladı. Yasa, hükümetin lisanslama gücünün sansüre dönüşebileceğinin en büyük göstergesiydi. Bu yasayla birlikte yayıncılığa dair inisiyatif kullanma yetkisi neredeyse tamamen devletin eline geçmiş oldu. Açılan davalar, yetkinin geri alınma isteği pek de bir değişiklik olmasına izin vermedi. Ancak bu yasanın yaptığı ilk sansürün 1970 yılında olduğuna dair bir takım veriler de mevcut. Aynı sansürleme sistemi benzer süreler içinde Japonya ve Rusya’da da işleme konuldu. Bir kısmı uygulandı, bir kısmı uygulanmadı. 

Yüzümüzü Ortadoğu ve Afrika ülkelerine çevirdiğimizde ise sanat insanlarının sansür sağanağına maruz kaldığını görmemiz mümkün. O taraf gerçekten çok bulutlu ve sağanak yağışlı. Yaptığım araştırmalar Avrupa’da ise bu konuların çok daha esnek olduğu yönünde. 

Burada ufak bir parantez açıp tutuculuğun ve tutuculuğa müteakip denetleyici, yasakçı ve sansürcü zihniyetin müzik sektörünün kendi içinde de hissedilir derece olduğunu vurgulamak istiyorum. Bu anlamda Batu Akyol’un birkaç yıl önce Kara Plak yayınları tarafından basılan “Caz Çok Zor” isimli kitabını referans vermemiz mümkün. Benim bizzat maruz kaldığım Güzel Sanatlar Lisesi yıllarında elimden bir hocam tutmamış, yüzümü biraz daha başka müziklere dönmemi sağlayan arkadaşlarım olmasaydı belki ben de aynı yasakçı zihniyette biri olabilirdim. 1990’lı yılların sonunda dahi Avrupa kökenli Klasik müzik yapıtlarını icra etmemiz neredeyse yasaktı. Hemen denetleme mekanizması kaşları çatık bir şekilde yanımıza gelip kendince üsluplu bizce oldukça sert bir tavırla “Bunlarla uğraşacağına otur etüdlerine çalış” derdi. Nasıl olduysa bu zihniyet bir süre sonra kendini yok etti. Hatta konservatuarlara müzikal ve caz bölümleri açıldı. Hatta Güzel Sanatlar Lisesi’nde aynı sıralarda okuduğumuz arkadaşlarımızın bir kısmı şu anda Türkiye caz, rock ve pop müziğinin de mihenk taşlarını döşeyenler arasında yerini aldı. “İyi ki denetleyicilere rağmen inatla ‘müziğin’ peşinden koşmuşlar” diyorsak, sayelerinde…

Müzisyenlerin kendi aralarındaki bir diğer gözlemlediğim ve hatta yer yer deneyimlediğim denetim mekanizması ise alaylı müzisyenlerle okullu müzisyenler arasında gelişiyor. Bunun da yerini ufak ufak anlayış ve müziğin peşinden birlikte, omuz omuza koşma eylemine bıraktığını görmek mümkün. Olta Dayanışma gibi ağlarla örülmeye başlandığını görüyor olsam da sahne ya da kayıt deneyimi halen birbirinin önünü açma yolunda yeterince ilerlemiş değil. Umarım ki bir şeyler bu alanda da değişim gösterir. 

Günümüzde, iletişim teknolojileri gelişip uydulu sistemlere geçildikçe sansürlemeler azar azar, üzmeden, belki de biraz sinsice hükümetlerin çıkarları doğrultusunda uygulamaya konulmaya başlandı. İnternet kullanımının artmasıyla birlikte görsel ve işitsel sanat üreticilerinin de tanımları değişti ve neredeyse hemen hepsi sadece içerik üreticilerine dönüştü. Her ne kadar İnternet kullanımı özgür dünyaya geçiş gibi düşünülse de denetleme mekanizması içerik üreticileri için çalışmaya devam etti ve halen de ediyor. Bu denetleme mekanizması artık günlük hayatın vazgeçilmez bir parçası olmuş olan ve neredeyse yeme-içme kadar ihtiyaç haline gelen İnternet kullanımı içinde de çalışıyor. Üstelik asla okumadığımız sayfalar dolusu metne imza attığımız anda her şeyi de gözü kapalı kabul etmiş sayılıyoruz. O saatten sonra içeriğimizi sansürsüz yayınlayamıyoruz. Yayınımızı yaptıktan sonra ise başımıza geleceklerden sosyal medya sahipleri ve internet sağlayıcılar sorumlu olmuyor. Bütün yaptıklarımızın yasal yükümlülüklerini almış ve kabul etmiş sayılıyoruz. Buna ek olarak bir de içeride çalışan otosansür var elbette… 

Konuyu fazlaca dallanıp budaklandırdım sanıyorum ki… Ancak en azından adını geçirdiğim sansür, denetleme mekanizmaları, otosansür gibi meselelerin geçmişte ve farklı coğrafyalarda da pek çok kez karşımıza çıktığı ve halen de çıkmakta olduğu vurgusunu yapabildiğimi düşünüyorum. Bu demek değil ki kabullenelim ve yolumuza devam edelim. Durum analizi yaparak ve yöntemleri revize ederek; hatta belki var olan yapıyı tadile etmek yerine, yıkıma önce kendi bakış açımız ve fikirlerimizden başlayarak yeniden ne gerekiyorsa onun inşa sürecine girmenin iyi olabileceği kanısındayım. 

Geçtiğimiz günlerde sevgili Bora Yücel’in hazırlayıp sunduğu “Kulak Misafiri” programına konuk olmuş, beni sıkıştıran “yasaklarla” ilgili sorularından birine yanıt vermek zorunda kalmıştım. Uzun zamandır yazmayı düşündüğüm ancak kafamda pek çok soru işareti barındıran bu yazıyı yazmama vesile olduğu için kendisine teşekkür etmek isterim. 

Ezcümle, müzik kitlelere ulaşma ve kitleleri harekete geçirme özelliği oldukça etkili bir araç. Dolayısıyla muktedirin işine gelmeyen de bir araç. Yasaklar, iptaller sadece izleyicilere/tüketicilere  verilmiş bir ceza değil, aynı zamanda sektör çalışanların da çok ciddi zarar gördüğü bir mesele. Müzisyeninden teknisyenine, rodisinden sahne amirine, catering firma çalışanlarından ışıkçısına… Kısaca sektör çalışanları ve aileleri… 

Ufak bir serzenişle devam edeyim: Eskiden bir araya geldiğimizde, bir konseri ya da kaydı dinlediğimizde onun müzikal analizini yapar, icrasını konuşur, kaydının nasıl yapılmış olabileceği (hücum, kanal), parçanın nasıl ortaya çıktığına dair fikirsel ve tatmin edici konuşmalar yapardık. Son yıllarda ise konunun sosyo-ekonomik boyutunu sadece benim bulunduğum ortamlarda değil, müzik yazınının içinde de sıkça görüyorum. Ne yazık ki biz bazı meseleleri halletmeden, müzik emekçisi de “mevsimlik işçi” ya da “amele pazarından alınan işçi” statüsünden çıkmadıkça durum değişmeyecek gibi görünüyor ve bu durum beni üzüyor. O güne kadar da aynı şefin elinden çıkmış, aynı reçeteyle yapılmış ve tekrar tekrar pişirilip önümüze sunulan müzik parçalarıyla yetinmeye devam edeceğiz gibi görünüyor. Çünkü çok uzun zamandır sektör içindeki müzisyenler sadece satış ve pazarlama, YouTuber olma peşinde. Sizce de artık bunu değiştirmenin zamanı gelmedi mi?

Dedik ki, pandemi oldu ilk müzik yasaklandı. Her şey serbest kaldı, müzik yasakları bitmedi. Derken, farklı gerekçelerle konserler, etkinlikler, festivaller yasaklandı. On binlerce sosyal medya paylaşımı yapıldı. HatIrı sayılabilecek oranda müzik emekçisinin kayıtlı dahi olmadığı meslek birliklerinin bazıları tepkilerini yine sosyal medya üzerinden gösterdi. Belki ben denk gelmediğimdendir bilmiyorum ama politika yapıcıların da önemli bir kısmının bu konuda sessiz kaldığını gözlemledim. Ve bence içimizdeki denetleyici, sansürleyici, sınırlandırıcı ve hatta yasakçı zihniyeti kırmazsak biz de aynısına kendimizi maruz bıraktırmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. 

Fotoğraflar
Videolar
Yazar Profili
Özge Ç. Denizci
Özge Ç. Denizci

1 İçerik

Alfabeden önce nota okumayı öğrendi. Konservatuarı bıraktığında 7, İstanbul Avni Akyol Güzel Sanatlar Lisesi’nden sonunculukla mezun olduğunda 17, Yıldız Teknik Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Bölümü’nü çift dikiş bitirdiğinde 26, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Etnomüzikoloji ve Folklor Yüksek Lisans Programı’ndan derecesini aldığında 35 yaşındaydı. 28 yaşında anne oldu. Chiviyazıları Yayınevi’nden ilk kitabı “Gürcüler” basıldığında 28, yine aynı yayınevinden “27” isimli ikinci kitabı yayınlandığında 33 yaşındaydı. 40 yaşına geldiğindeyse Selda Dudu ve Evrim Hikmet Öğüt ile birlikte yazdıkları “Türkiye’de Müzik Emeğinin Durumu” yayınlanmış oldu. Çocukluğundan beri müziği de sevdi yazı yazmayı da ama herhalde en çok yazmayı sevdi. Konserler organize etti, festivallerde bir işin ucundan tuttu, zaman zaman sahneye kendi de çıktı. Çocuklarla ses atölyeleri yaptı. Pek çok farklı yayında, başta müzik olmak üzere yazıları yayınlandı ve yayınlanmaya devam ediyor. Bugünlerde organizasyon, prodüksiyon ve post-prodüksiyon alanlarında Endemik Yapım adıyla kendine de sürprizler yapmaya hazırlanıyor.

Yazar Profil Sayfası
Tag Kütüphanesi