Dün Bir Bayram Günü İdi

Bugün 17 Nisan. Dar anlamıyla, 1940’ta kabul edilen 3803 sayılı Köy Enstitüleri Yasasıyla köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek elemanlarını yetiştirmek üzere, tarım işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Köy Enstitülerinin açılışının; geniş anlamıyla ise Vedat Günyol’un enstitülerin kuruluşunun 47. yıldönümünde belirttiği gibi, bizler için kutsal bir atılımın, adına yeniden doğuş diyebileceğimiz bir atılımın[1] 84. yıldönümü.

Eriz Arda Aydın 17 Nisan 2024

İsimler ve tarihlerden bahsetmekten ziyade enstitülülerin anılarından derlediğimiz bir hikâyeyi sizlerle paylaşmanın günün anlam ve önemine daha uygun olabileceğini düşündük. Benzerlikler veya farklılıklar yakalayabileceğinizi umduğumuz bir hikâye. Peki ya hikâyenin kahramanları? Onlar; 1937 yılında Eğitmen Kursu ve Köy Öğretmen Okulu olarak kurulan, 1940 yılında Köy Enstitüsü’ne dönüşen ve 1952 yılında NATO’ya bırakılan bir Cumhuriyet eğitim kurumuna ev sahipliği yapan Kızılçullu’nun öğrencileri. 

Şimdi sözü onlara bırakalım… 

Babam sert bir insandı. “Okuyacak mısın?” şeklindeki dayaklı dayatmalarına karşı hep “Okuyacağım!” diyerek günlerce dayak yedim, dövüldüm. Okulda çok başarılı bir öğrenciydim. Sonunda Nahiye Müdürü, öğretmenler ve köyün söz geçiren büyüklerinin okutulmam için babama yaptıkları baskıların sonucu Kızılçullu Köy Enstitüsü’ne başvurmak için yaya sekiz saat yürüyerek Kavaklıdere’den Muğla’ya ulaştık. Sözlü sınavda başarılı olduğumu Muğla Milli Eğitim Müdürü babama ifade etti. Noterden 240 liralık sözleşme senedini imzalatmak istediğinde, babam şiddetle karşı çıkarak “Okuyamaz, bir şey olursa ben bu parayı ödeyemem, okutmaktan vazgeçtim.” dedi. Müdür “Bu sözleşmeyi ben imzalayıp yükleniyorum. Bu çocuk okuyacak, anladın mı kalın kafalı adam?” diyerek sözleşme imzalandı. Hâlâ büyük bir şükran duyduğum Muğla Milli Eğitim Müdürü’nün bu babacan tavrıyla Kızılçullu yolu bana açılmış oldu.[2]

Kadri

İlk gün sabahı bir davul ve akordeon sesiyle uyandım. Bahçeye indiğimde öğrenciler birkaç halka halinde zeybek daha sonra da horon oynadılar. Horonun ilk kıtasında hep bir ağızdan “Gemim geliyor gemim, aceledir acele / Bir mektup yazacağım Hasan-Âli Yücel’e” dizeleri hala kulağımda çınlıyor, onu hiç unutmadım. Ben de bilir bilmez oyuna katıldım. Ortada efe elbiseli biri oyunları yönetiyordu. Sonradan öğrendim. Okulun oyun usta öğreticisi Bergamalı Hasan Çakı Efe idi bu kişi.[3]

Halil

Öğle yemeğinde pilav, fasulye ve sütlaç vardı. Hasta olduğum için yemek yiyemiyordum. Yemek kokularına tahammül edemiyordum. Öğle yemeğinde Müdür Soysal geldi. Yemekte çatal, kaşık, bıçak nasıl kullanılır onları anlattı. Yemekte sıtma nöbeti geldi. Öğleden sonra revire gittim. Yer yoktu. Çam ağaçlarının altında yattım. Bizden bir dönem büyük Nuri Tavas taburcu oldu. Onun yerini ben aldım. Revirde Dr. Şemsi Bey vardı. 10 günlük kinin ampul ve haplarının tedavisiyle iyileştim.[4]

İbrahim

İlk müdürümüz Emin Soysal’dı. Bir bayram tatilinde “Bitli köylünün bayramı mı olur?” dediğini hatırlıyorum. Hamdi Akman ise köy şivesiyle konuşan, iyi bir müdürdü. Bir bayramda, hipodromda, bayram kutlamasında Vali Bey bıraktı gitti. Müdürümüz “Biz kendi başımıza oynayıverelim.” dedi.[5]

Saadet

Ulusal bayramların en iyi Kızılçullu’da kutlandığını hatırlarım. Bir iki ay önceden hazırlanmaya başlardık. Alsancak Stadyumu’ndaki kutlamalara katılırdık. Rengârenk giysilerimizle, yürüyüşümüz, halk oyunlarımızla ve tarzımızla büyük beğeni toplardık. 17 Nisan kutlamaları enstitüde yapılırdı. O gün çok güzel yemekler çıkardı. Dışarıdan konuklar gelirdi.[6]

Melahat 

Hasan-Âli Yücel İzmir’e gelmişti. Öğleden sonra da enstitüye geleceği söylenildi. Bütün enstitü Hasan-Âli Yücel’i bekliyordu. İzmir’deki okul ziyaretlerinin biraz uzamış olması sebebiyle enstitüye karanlık basarken gelmişti. Enstitünün merdivenlerine çıktı, “Evlatlarım, elektriği seviyor musunuz? Işıktan hoşlanıyor musunuz?” diye sordu. Bizde topluca “Evet” dedik. “Sizler birer ışık kaynağısınız, gittiğiniz yerlere ışık götürüp, karanlıkları aydınlığa dönüştüreceksiniz.” dedi. O günü hiç unutamam. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de enstitümüze gelmişti. Yatakhaneleri gezmek istemiş. Yatakhaneyi dolaşırken benim yatağımın başında durup “Bu yatağın sahibi çocuğu bulun.” demiş. Eğitim başı Ethem Salmangil beni bularak yatakhaneye getirdi. İnönü “Evladım burada sen mi yatıyorsun?” diye sordu. “Evet paşam!” diye cevap verdim. “Yastığını kaldır, battaniyeyi aç!” dedi. Açtım. Yatağımı düzgün tuttuğum için “İnşallah tüm davranışların böyle olur.” dedi ve sırtımı okşadı.[7]

Halil İbrahim

Hakkı Tonguç Kızılçullu’ya çok sık gelirdi. Çamların altında oturur bizimle konuşurdu. Bir keresinde bize çamların altında otururken “Çocuklar biz sizleri ütülü pantolonlu memur öğretmen olarak yetiştirmek istemiyoruz. Sizi öyle yetiştiriyoruz ki zirai faaliyetleri bilen, demircilik, marangozluk ve yapıcılık becerilerini edinmiş, köyde önder olabilecek ve köye varınca başka köy çocuklarını buralara gönderecek ve bu böyle devam edecek. Ülkeyi hep beraber iyiye, güzele dönüştüreceğiz.” dediğini dün gibi hatırlıyorum.[8]

Mehmet 

Kardeşi Zekeriya Tonguç ise enstitünün her şeyiydi. Okulun disiplinini o sağlardı, sertti, çok tecrübeli bir hocaydı. Hep boynuna asılı fotoğraf makinesiyle dolaşırdı. Sigara içenlerin, su kemerleri üzerinden Yağhaneler’e ve oradan İzmir’e kaçak gidenlerin hep uzaktan fotoğrafını çeker ve sonra bizi yanına çağırırdı. Enstitünün 1100 öğrencisini tek tek tanırdı. O bir düdük çaldığında biliriz ki yapılacak işler vardır. Bizler meydanda toplanırdık.[9]

İlyas

Enstitüde yaşam hep uğraş içinde geçerdi. Ya derslikte, ya atölyede, ya da tarım alanlarında bulunuyordunuz. Boş vakitlerinizi kitap okumak, mandolin çalmak, müzik dinlemek, spor yapmak dolduruyordu. Spor yeteneğim yoktu. Türkçe öğretmenim Mehmet Agâh Önen “Kitaplığa git” dedi. Öyle gittim. İlk okuduğum kitap Molière’in Cimri’siydi. Mehmet Bey beni İzmir’de sanatçılarla tanıştırdı. Attilâ İlhan, Necati Cumalı, Tarık Dursun K., Şükran Kurdakul’u Konak’ta sanatçıların gittiği bir kafede tanıdım. Onları dinlerdim. Necati Cumalı bazı günler ziyaretime gelirdi.[10]

Rıza 

Ruh bilimi öğretmenimiz Hayri Çakaloz ise öğrenciyi çok iyi anlayan ve kendine bağlayan bir öğretmenimizdi. Daha da önemlisi, bu kurumların kimliğini oluşturan felsefesini çok iyi özümsemişti. Bize derslerde “Çocuklar ne öğrendiyseniz mutlaka işe yaramalı.” derdi. Ruh bilimi dersinde bile sizin işinize yaramayan bilgiler olursa lütfen beni uyarın derdi.[11]

Feyzullah

Öğretmen ve usta öğreticilerimiz anamız babamız gibiydiler. Onların şahıslarında ana babalarımızın özlemini giderirdik. Onların çocukları da sanki kardeşlerimizdi. Enstitüde sevgi dolu bir ortam vardı. Disiplin kuruluna iş düşmezdi. Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde kız-erkek ilişkileri çok sağlıklıydı. Çoğu ile kardeş gibiydik. Bu sonuna kadar hep devam etti. Aşk her yerde olduğu gibi orada da vardı. Aşırılık hiç görmedim. Öğretmenler ve öğrencilerin de bu olayı yadırgadıklarını anımsamıyorum. Birbirine sevgi duyan arkadaşlarımız mezun olunca hemen evlendiler. Biz Kızılçullu Köy Enstitüsü öğrencileri diğer enstitülere göre daha şanslıydık. İzmir’e çok yakın olmamız diğer enstitülerden bizi farklı yaptı. Sosyal gelişme farklılıkları olduğunu sanıyorum. Köy Enstitüleri davasını savunma ve sürdürme konusunda bir ayrışma olduğunu sanmıyorum.[12]

Yusuf

İzmir; hızla çağdaşlaşan ve değişen bir kentti. Büyük yollar, meydanlar, yeşil alanlar, atölyeler hızla gelişiyordu. En büyük eğlencemiz İzmir Fuarı idi. Kültürpark’ta kayıklara biniyor, pavyonları geziyor, bilgi ediniyorduk. Sinemalara gidiyorduk. Savaş yıllarıydı. Ekmeklerin gramı azalmıştı. Ekmek patatesten yapılıyordu. Doyamıyorduk ama bununla ekonomiyi ve önemini öğrenmiştik.[13] 

Zehra

Kızılçullu’da sanat kolum ziraat sanatlarıydı. Öğretmenimiz Hatice Sudemir idi. Sanat kolum sayesinde Kızılçullu’da tereyağı, yoğurt, peynir, turşu, tarhana yapmasını öğrendik. Emrez çiftliğinde burçak yolduk. Kozağaç’ta bakla çapaladık. Buca yolundaki bağda üzüm topladık. Enstitünün sebze bahçesinde kendimizin tüketeceği sebzeleri yetiştirdik. Okulumuzun kenarındaki çiftlikte ipekböceği yetiştirirdik. Dut yaprağı toplayıp onları verir, altlarını temizlerdik. Yine kazlarımıza ve tavuklarımıza bakardık. Kızılçullu’da hayatın içindeki tüm işleri yaptık.[14]

Binnaz

Enstitüdeki yaşam bizlere birlik, beraberlik ruhu, yurt sevgisi, insan sevgisi kazandırdı. Ayrıca yurt kalkınmasında önemli görev üstlendiğimizin bilincindeydik. Çünkü kalkınma köylerden başlardı. Olumluydu. Köye gittiğimizde diğer köy çocukları bize imrenerek bakarlardı. Bizim gibi fakir ama akıllı köy çocukları için bulunmaz bir fırsattı.[15]

Hüseyin

Son yıl stajımı Ödemiş’in Kızılcaavlu köyünde yapmıştım. Yanımda iki arkadaşım da vardı. Okulu açtık. Yeni başlayacak öğrencilerle derse başladık. Dershanemiz konusunu işleyecektik. Şerife isimli bir öğrenciye “Pencereyi göster.” dedim. Şerife “Kör müsün pencere burada.” deyince öğretmenlikte nasıl sorular sorulması gerektiği konusunda ilk dersi almıştım.[16]

Veli

Kızılçullu Köy Enstitüsü ilk mezunlarını 1942 yılında vermişti. Biz o yıl orta 1. sınıf öğrencisiydik. Müzik öğretmenimiz Mehmet İnal bize bir veda şarkısı öğretmişti. Mezun ağabeyler için bir veda toplantısı düzenlendi. Bizi toplantıya almadılar. O nedenle içerideki konuşmaları bilmiyorduk. Müsamere salonunda olan toplantı sonrası mezun ağabeyler salondan çıkarken bizim sınıf kapısının önünde yüzlerimiz onlara dönük olarak sıralanmıştık. Hep birlikte bize öğretilen şarkıyı söylemeye başladık. Sonra da sevgiyle kucaklaşarak ayrılmıştık. Şarkı sözleri şöyleydi:

Güle güle yoldaşlar
Yolunuz açık olsun
Gönlünüze umutlar
Neşe sevinçle dolsun

Beş baharı beş kışı
Bir arada yaşadık
Bu hayatın akışı
Ayrılıyoruz artık

Güle güle yoldaşlar
Yolunuz açık olsun
Gönlünüze umutlar
Neşe sevinçle dolsun[17]

Kâmil

Köy Enstitüsü yerleşkesinin insanı oldukça etkileyen bir görüntüsü vardı. Binalarıyla, bahçesiyle, spor alanlarıyla bir üniversite yerleşkesine benziyordu. Yatakhaneleri, müzik ve konferans salonu, yemekhanesi oldukça göz kamaştırıcıydı. Öğrenciler arasında ilişkiler çok sıcaktı. Büyük öğrenciler küçük öğrencilere çok sevecen; küçük öğrenciler de büyüklere “ağabey ve abla” diyor, çok saygılı davranıyordu. Okul topluluğu büyük mü büyük bir aileye benziyordu.[18]

Nihat 

Kızılçullu Köy Enstitüsü çok kalabalıklaşmıştı. Sonra enstitü ikiye bölündü. Aydın, Muğla ve Denizli doğumlu arkadaşlarımız Ortaklar’a geçtiler. Arkadaşlardan ayrıldım diye üzüldüm. Fakat başka köy çocuklarına yararlı yeni bir aydınlanma yuvası olacağı için Ortaklar’ın kurulmasına sevindim. Ortaklar Köy Enstitüsü kuruluşunda çalıştık. İki kez Ortaklar’a gittik. 2-A sınıfı olarak 1945 yılbaşında bir ay kaldık. Sonra 1945 Nisan ayında gidip, 10 Temmuz’da dönmüştük. Başımızda nakış öğretmenimiz Sabahat Hanım ve Aysel Doğanoğlu vardı. Ortaklar Köy Enstitüsü inşa edilirken erkek arkadaşlarımız harç karıyordu. Tonguç Baba geldi. Bir kürek alarak harç karan arkadaşlarımıza yardım etti. Onu orada görmek bizleri çok mutlu etmişti. Kız öğrenciler olarak Ortaklar’da daha çok tarım alanlarında çalıştık ve yemek yaptık. Darı ektik, sebze diktik, pamuk çapaladık. Yemek olarak genellikle sebze yemekleri ve köfte yapardık. Ortaklar’ın mimarı Mualla Eyüboğlu’ydu. Çok sevimli bir insandı. Cana yakındı. Bir gün ona özel olarak mandolin çalmıştım. O bizim orada ablamız gibiydi.[19]

Muhsine

Enstitüde de tüm işleri öğrenciler yapardı. Yaşam demokratik idi. Öğrenciler bu işlerde tam bir sorumluluk kazanırdı. Hafta sonu toplantılarda da yapılan tüm işler sorgulanırdı. İnönü 1946 yılında Kızılçullu’ya geldi. Merdivenlerden bize duyduğu güveni ifade eden bir konuşma yapmıştı. Hasan-Âli Yücel de aynı merdivenlerden bize ülkenin çok ihtiyacı olduğunu belirten bir konuşma yapmıştı. Çok mutlu olmuştuk. 1946 yılında Tonguç ve Yücel görevden ayrıldı. Yöneticilerin davranışları değişti. Uygulamalar azaltıldı. Hava dönmüştü. Kaygılanmıştık.[20]

İlyas

Kanımca 1950 Mart ayındaydık. Âşık Veysel gelecek dediler. Kapıda onu karşılayacaktık. Tüm enstitü sıra olmuştuk. Kapıdan içeri girdi. Öğrencilerden biri soru sordu: “Hocam, kapıdan içeri girdiğinizde buranın enstitü olduğunu biliyordunuz değil mi?” Veysel “Evet biliyordum.” dedi. “Nasıl anladınız?” diye sordu arkadaşımız. “Kapıdan içeri girdiğimde gül kokularını kokladım. Tüm enstitülerde gül kokuları vardır.” diye yanıtladı. Sonra konferans salonunda bize konser vermişti.[21]

Mehmet Ali

Ben 16 yaşımda okulu bitirdim. Tire Akkoyunlu köyüne tayin oldum ve göreve başladım. İlk üç ay maaşımı da aldım. Diplomamda doğum tarihimi yanlış yazmışlar. Tekrar maaş almaya gidince mutemet “Siz Kaymakam Bey’i göreceksiniz.” dedi. Kaymakam’ın yanına gittim. “Sen 18 yaşında yoksun. Sana maaş veremiyoruz. Durumun iyiyse ücretsiz devam et, yoksa okulu muhtara teslim et kapat git.” dedi. Maaş vermedikleri için 4 ay okula gitmedim. Ertesi yıl köylüler itiraz ettiler. İlçe Kurulu benim için özel bir karar alarak “Her ne kadar yaşı 18 değilse de beden ve fikir yönünden gelişmiştir.” yorumunu yaparak tekrar öğretmenliğe başladım.[22]

İbrahim

1955 yılında bir akşam “İstanbul Tarihi” üzerine bir söyleşi yapmak üzere Hasan-Âli Yücel Gazi Eğitim Enstitüsü’ne geldi. Uzun bir süre konuştu. Sonra salona “Size bir soru soracağım.” dedi. “Osmanlı’da Tanzimat Dönemi’nde askerin elbiselerine verilen ad nedir?” diye sordu. Salondan hiçbir yanıt yoktu. Ben parmak kaldırdım. “Size yanıt vereceğim ama yanıt doğruysa elinizi öpebilir miyim?” dedim. “Bak bir de pazarlık yapıyor.” dedi. Ben bu giysilere “İstanbulin” adı verildiğini söyledim. “Aferin” dedi. “İzin verirseniz birkaç kelam edebilir miyim?” dedim. Kalın kaşlarını indirerek “Bak yine pazarlık yapıyor.” dedi. “Haydi konuş” dedi. Salona dönerek “Arkadaşlar, Sayın Hasan-Âli Yücel olmasaydı ben çoban olurdum.” dedim. Tüm salon bu sözler üzerine ayağa kalkarak Yücel’i ve beni alkışlıyordu. Alkışlar dakikalarca sürdü. Salonun yarısı enstitülüydü. Yücel ile bakıştık. İkimizin de gözleri yaşarmıştı.[23]

Muhittin 

Hikâyeyi beğendiğinizi umuyor ve Hasan-Âli Yücel’in “Dün Bir Bayram Günü İdi” başlıklı yazısına başladığı şu sözlerle bitirmek istiyoruz: “17 Nisan bir bayramın tarihidir. Unutulmuş, unutturulmuş hatta hafızalardan çıkarılmak istenmiş bir bayramın tarihi… Bir tarih ki, her yerden silinse bile, tarihin taş bağlarına hâkkolunmuştur. Bir tarih ki ne kadar meçhul bırakılmak istenirse istensin istikbal onu bütün incelikleriyle bilecektir.”[24]

 

Notlar


[1] Kemal Kocabaş, haz., “Aramızdan Ayrılışının 50. Yıldönümünde İsmail Hakkı Tonguç ve Okul Öncesinden Yüksek Öğretime Eğitim Sorunları, Çözüm Önerileri” Sempozyum Bildirileri (İzmir: Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği, 2010), 139.   

[2] Kemal Kocabaş, haz., Kızılçullu Köy Enstitülü Yıllar, gnşlm. bas. (İzmir: Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği, 2016), 476. 

[3] Ibid., 414.

[4] Ibid., 205.

[5] Ibid., 200-1.

[6] Ibid., 381.

[7] Ibid., 468-69.

[8] Ibid., 267, 269.

[9] Ibid., 213-14.

[10] Ibid., 397.

[11] Ibid., 255-56.

[12] Ibid., 239.

[13] Ibid., 315.

[14] Ibid., 329.

[15] Ibid., 321.

[16] Ibid., 226.

[17] Ibid., 298.

[18] Ibid., 430.

[19] Ibid., 375, 377.

[20] Ibid., 360.

[21] Ibid., 545, 547.

[22] Ibid., 364.

[23] Ibid., 309, 311.

[24] Kocabaş, İsmail Hakkı Tonguç, 128.

Fotoğraflar
Videolar
Yazar Profili
Eriz Arda Aydın
Eriz Arda Aydın

1 İçerik

13 Mayıs 1991 Ankara doğumludur. Ankara Tevfik Fikret Lisesi ve Aix-Marseille Üniversitesi mezunudur. İzmir Akdeniz Akademisi’nin hakemli periyodik yayını, İzmir ve Akdeniz üzerine sosyal bilimler alanlarında yazı kabul eden Meltem’de; editör yardımcılığı (2020-2023) ve yardımcı editörlük (2023-2024) yapmıştır. Şu an izmir.art’ta kültür-sanat alanında içerikler üretmektedir.

Yazar Profil Sayfası