Bay Lazarescu'yu Ne Öldürdü?

Rumen sinemasının en önemli yönetmenlerinden Cristi Puiu tarafından yönetilen 2005 yapımı "Bay Lazarescu'nun Ölümü"nde Romanya'daki sosyal - iktisadi çalkantıların bireylerin varoluşunda nasıl izler bıraktığı, Bay Lazarescu karakteri üzerinden anlatılmaktadır. Yazı film incelemesinin yanında Rumen Yeni Dalgası'nı da konu bağlamında bizlere aktarmaktadır.

Ufuk Gürbüzdal 12 Eylül 2022

BAY LAZARESCU’YU NE ÖLDÜRDÜ?

Nedenlerinin doğru teşhisi için beni türlü zahmetlere sokan romatizmal semptomların yolumu Ankara’nın kamu hastanelerine oldukça sık düşürdüğü bir dönemdi. İki bin on yedi-on sekiz yıllarının romatizmal şikayetlerimi artıran sonbahar ayları, hastane koridorlarına pek alışık olmayan gözlerimin, hastane lambalarının huzur kaçıran beyazına alıştığı aylar oldu. Bu dönem içerisinde gerçekleştirdiğim hastane ziyaretlerim boyunca hastanede çalışan idari personel ve sağlık personeli ile kurmaya çalıştığım iletişim, insani kriterler açısından oldukça hayal kırıklığı yaratan türdendi. Emekçi bir ailenin emekçi bir ferdi olduğum için, fiziken ve/veya aklen yıpratıcı koşullar altında çalışan insanların gergin ruh hallerini anlar, bilir ve tanırım. Baskılanmış olmanın yol açtığı öfkeyi dikey toplumsal çelişkiler yerine, kendisi ile aynı zor koşullara tabi olan yanı başındakilere yöneltmeyi neredeyse bir norm haline getirmiş olan toplumların fertleri, gündelik hayatlarında bilhassa gergin olurlar. Kimseye böyle bir borcum olmasa da, insan duygularının toplumsal kökenlerini az çok teşhis edebilen havsalam, beni zorunlu olarak kurduğum gündelik ilişkilerde (bir banka sırasında, markette, toplu taşıma aracında vb.) yer yer tarafıma da yönelen böylesi adressiz öfkeleri göğüsleyerek yumuşatmaya ve hoş görmeye yönlendirir. Ancak, yukarıda değindiğim hastane ziyaretlerim esnasında gördüğüm muamele ezberlerimi bozmuş ve canımı sıkmıştı. Göz teması dahi kurmaksızın soğuk komutlar veren hasta kayıt masaları, mırıldanarak konuşması nedeniyle ne dediğini tekrar etmesini kibarca rica ettiğim doktorun şikayetlenen ses tonu… Sözün kısası, bu iletişim sürecindeki çoğu unsur, insanı hasta olduğu için neredeyse suçlu hissettiriyordu.

Görece kısa bir süre sonra, aklına ve deneyimine güvendiğim sağlıkçı bir arkadaşıma bu konu hakkında yakınmaya başladım. “Elektrik ustasına bozuk ütünü götürünce usta sana surat asıyor mu? Mekaniği eskimiş ütüyü tamir sonrası nasıl kullanmak gerektiğini sorsan, usta seni tersler mi? Toplumsal iş bölümünde senin meslektaşların biraz fazla kaprisli” diyerek sitemlerde bulundum. Bana, “ama kimse sağlam ütüsünü ustaya götürmez” yanıtını verdi. Ben onun verdiği cevabı idrak etmeye çalışırken, o kaldığı yerden sözlerine devam etti. Kendisi kayda değer bir süre acil servisinde çalışmıştı ve onun fikrine göre servise gelen kişilerin yalnızca dörtte biri gerçek hastaydı. Mevsim nezlesi geçirenler bile serviste muayene olma konusunda ısrarcı olabiliyor, üstelik, kendisine karşı ılımlı yaklaşılan kimseler, sağlık personelinin iyi niyetini suistimal edebiliyordu. Gündelik hayatında duygusal bir ilgi eksikliğinden muzdarip olan kişilerin ilgi ihtiyaçlarını karşılamak için doktora geldiklerini dahi öne sürdü. Bu durumun acil dışında hizmet veren kliniklerde de benzer olduğundan dem vurup, kısıtlı personel kotası nedeniyle günde buna benzer yüzlerce vakayla ilgilenme zorunluluğuyla karşı karşıya kalan bir sağlık personelinin güler yüzlü kalabilme olasılığını sordu. 

Dürüst olmak gerekirse, aldığım bu yanıtların hastanelerde maruz kaldığım kaba davranışlara ilişkin kızgınlığımı yatıştırabildiğini söylemek benim için güç. Öte yandan, sağlık çalışanlarının nesnel koşullarına dair bu değiniler, eyleyen bir toplumsal özne olarak insanın, siyasi ve ideolojik bilinci kadar duygu dünyasının da toplumsal yapı tarafından önemli belirlenimlere tabi olduğu gerçeğini bana bir kez daha hatırlattı. Tecrübe ettiğim doktor-hasta iletişim(ler)ini değerlendirirken, sosyo-ekonomik kıstasların kurduğumuz toplumsal ilişkilerde içine girdiğimiz duygu durumlarına da sirayet ettiği gerçeğini hesaba katabilmem gerekirdi. Cristi Puiu tarafından yönetilen The Death of Mr. Lazarescu [Moartea domnului Lăzărescu] (2005), Romanya toplumunun verili bir tarihsel momentinde mevcut olan sosyo-ekonomik formasyonun, doktor ve hasta ilişkileri başta olmak üzere insan ilişkilerine nasıl sirayet ettiğini gerçekçi bir üslupla tasvir ederek, izleyiciye tam da böyle bir değerlendirmenin anahtarını sunuyor. 

Nikolay Çavuşesku (Nicolae Ceaușescu) iktidarının özgül tarihsel dinamiklerinin ve Çavuşesku sonrası Romanya’nın serbest piyasa toplumuna geçiş sürecinde hüküm süren sosyo-ekonomik yapının Romanya halkının toplumsal varoluşu üzerinde yarattığı tesirler üzerine gerçekçi projeksiyonlar tutan 2000 sonrası Rumen filmleri, paylaştıkları ortak temalar ve müşterek biçimsel eğilimleri nedeniyle sinema araştırmacıları tarafından uzunca bir süredir ‘Rumen Yeni Dalgası’ kategorisi altında sınıflandırılıyor. ‘89 kışında Çavuşesku’nun iktidardan düşüşü ile birlikte serbest piyasa toplumunun siyasi ve iktisadi açıdan kendilerine yeni toplumsal nimetlerin kapısını açacağı umuduna kapılan Romanya halkının, yaygın umutların aksine, ülkelerinde giderek yoğunlaşan çelişkiler karşısında içine düştüğü hayal kırıklığı ise bugün ülkenin eli kalem tutan kesimleri tarafından sık sık dillendirilen bir olgu. Cristian Mungiu ve Corneliu Porumboiu gibi isimlerin de dahil olduğu Romanyalı bir grup yönetmen, ülkelerinin deneyimlediği çalkantılı tarihsel süreçlerin, bireylerin toplumsal varoluşları üzerinde bıraktığı izleri kameralarıyla takip etme eğiliminde ortaklaşıyorlar. Çavuşesku sonrası dönemde hayatına devam eden yaşlı bir hastanın ölüme giden yolculuğunu anlatan The Death of Mr. Lazarescu da, bu eğilimin Cristi Puiu imzasını taşıyan başarılı bir örneği.

Rumen Yeni Dalgası’nın topluma ayna tutarken seferber ettiği hâkim gerçekçilik anlayışının, hikâyelerde mevcut olan özne-toplumsal yapı gerilimine yaklaşım konusunda, İtalyan Yeni Gerçekçiliği gibi daha tarihsel akımların gerçekçilik anlayışından önemli ölçüde ayrıldığını belirtmek gerekli. Fransız natüralizminin karamsar tutumuna eleştirel bir yaklaşım geliştiren Giovanni Verga’nın hümanist gerçekçilik anlayışından etkilenimler barındıran Yeni Gerçekçilik akımı, birey ve ortam arasındaki ilişkiyi ele alırken toplumsal yapının katı gerçekliğini gözler önüne serer, ancak, akımın karakterlerinin bir insan olarak eyleyici rolü, yapısal gerçeklik tarafından tamamen ortadan kaldırılmaz (Aitken, 2001, ss. 230-31). Yeni Gerçekçilik akımının karakterleri, çoğunlukla umut eden ve verili gerçekliğin nasıl başka türlü olabileceğini -gün sonunda yenilseler de- gösterme potansiyeline sahip karakterlerdir (Aitken, 2001, ss. 230-31). Örneğin, De Sica’nın Bicyle Thieves’inde [Ladri di Biciclette] (1948), Antonio (Lamberto Maggoiorani) ve ailesi, toplumsal yapının tüm kısıtlarının yarattığı toplumsal yükü omuzlarında hissetseler ve hikâyenin sonunda kaybetseler de, tüm öykü boyunca toplumsal kısıtların sultasında umut eder, umudu eyleme dönüştürür ve bir açıdan bireyin verili ortam içerisindeki eyleyici potansiyeline vurgu yaparlar.

Rumen Yeni Dalgası’nın karakterleri ise, gerek Mungiu’nun 4 Months, 3 Weeks and 2 Days [4 luni, 3 săptămâni și 2 zile] (2007) eserinde olduğu gibi Çavuşesku döneminin tarihsel atmosferinde, gerekse The Death of Mr. Lazarescu’da olduğu gibi Çavuşesku sonrası Romanya’sında hareket ederlerken, insan öznesinin tarih içerisindeki belirleyici gücünden yoksun gözükmekteler. Bu karakterler, yapısal koşulların ezici ağırlığı karşısında boyun eğerek, eyleyici ve tarihe yön verici potansiyellerini yitirmiş izlenimini vermektedirler. Bu olguyu, kendileri de özgül tarihsel süreçlerin dolayımlı birer ürünü olan yönetmenlerin kendi toplumsal konumlarına biçtikleri roller ile açıklamak da bir açıdan mümkün. Nitekim, Yeni Gerçekçi yönetmenler, savaş sonrası toplumsal yeniden kuruluş dönemine ışık tutarlarken genel bir eğilim olarak kendilerini yeniden kuruluş sürecinin ve bu süreçte uygulamaya konulan toplumsal reformların aktif katılımcıları olarak görüyorlardı (Aitken, 2001, s. 232). Rumen Yeni Dalgası’nın yönetmenleri ise, kendi ilk gençlik yıllarını da olumsuz etkilediğini düşündükleri bir tarihsel dönem ve bu dönem sonrasında süregelmekte olan bir yeniden kurulamayış süreci ile bir hesaplaşma tutumu içerisindeler. The Death of Mr. Lazarescu, bu hesaplaşmayı bir ambulans içinde ve hastane koridorlarında vermeyi tercih ediyor.

Bay Lazarescu’nun (Ion Fiscuteanu) bir gece ansızın rahatsızlanmasıyla açılan film, yapısal sorunlardan muzdarip olan bir sağlık sisteminin belirli eksikliklerini günyüzüne çıkarıyor. Geç gelen bir ambulans ve aciliyeti olan bir tomografiyi çektirebilmek için beklenmesi gereken uzun sıralar, filmin sağlık sistemine yönelik somut eleştirel tutumunun yalnızca iki örneğini teşkil ediyor. Öte yandan film, sağlık sistemine içkin olan yapısal sorunların tasvirini yalnızca bir yardımcı anlatı unsuru olarak kullanıyor. Zira, Puiu’nun odağı, yapısal sorunların kendisinden ziyade, bu sorunların insan ilişkileri üzerinde yarattığı çeşitli duygusal tesirlere konsantre oluyor. Bu çerçevede, Bay Lazarescu’nun bir doktor tarafından maruz bırakıldığı kayıtsızlığı ve kötü muameleyi, doktorun kendinde-kötü karakterinin doğal sonuçları olarak değil, yıpratıcı nesnel koşullar tarafından mesleki tatminsizliğinin doruklarına sürüklenen bir meslek profesyonelinin olumsuza yatkın duygusal dünyasının tezahürleri olarak okumak kaçınılmaz hale geliyor. Örneğin, Puiu, Dr. Popescu (Adrian Titieni) karakterini bir öfkenin veya sempatinin öznesi haline getirmeksizin, doktorun olumsuz duygu dünyasının kökenlerinin verili toplumsal yapı tarafından güdülendiğini izleyiciye sezdirebilmeyi başarıyor. Sağlık personelleri arasında cereyan eden üstünlük savaşları Bay Lazarescu’nun sağlığını riske attığında veya bürokratik prosedürlerin meydana getirebileceği yaptırımlardan çekinen bir doktor hastanın sağlık durumuna karşı kayıtsız kaldığında da, bu bireysel tutumların, uzunca bir süredir yapısal sorunlarla boğuşmakta olan bireylerin içine düştüğü anlam bunalımında temellendiği çıkarımını yapabiliyorsunuz. Gerçekçi ve minimal bir üslubun sınırlarında kalarak yüzeyde bulunan toplumsal görüngülerin yapısal kökenlerini yansıtmayı başarabilmek, hikâyenin ve karakterlerin inşa sürecinin titiz bir toplumsal gözleme dayandığının dolaysız bir kanıtı.

Üstelik, Bay Lazarescu’nun ölüme yürüyüşü karşısında, yalnızca sedye etrafında gündelik hayat meseleleri hakkında konuşan doktorların değil, Lazarescu hakkında dedikodu yapan, Lazarescu’nun kedilerinden şikayet eden, başkasına verdiği bir matkabın peşine düşen komşuların kayıtsız tavrı da, bireylerin birbirlerine karşı takındıkları kayıtsız ve yer yer istemsizce kötü tavrın mesleki bir alanla sınırlı olmadığı gerçeğini izleyiciye gösteriyor. Eşinin Bay Lazarescu’nun hastane ziyaretine refakat etme ihtimali karşısında, bir cumartesi gecesini yalnız geçireceği fikriyle dehşete kapılan bir komşunun tavrı, kronikleşen yapısal sorunların insani ilişkileri zayıf düşürdüğü bir toplumun fertlerinin, yanı başlarında bulunan diğer fertlere karşı ne kadar kayıtsız ve ilgisiz kalabileceğinin somut bir örneğini teşkil ediyor örneğin. Bu açıdan, The Death of Mr. Lazarescu, insani ilişkilerdeki çözülme ve bozulma halinin bir tek kamusal sağlık sektörüne özgü bir sorun değil, toplumsal sahanın en kişisel birimlerini dahi kesen yaygın bir problem olduğunu göstermesi bakımından bütüncül bir toplumsal bakış açısına erişiyor.

Yazının başında doktor arkadaşımın, acil servislere gelen bazı kimselere duygusal ilgi eksikliği teşhisini koyduğunu belirtmiştim. Arkadaşım haklı olabilir… Bence Bay Lazarescu’yu, zamanında gerçekleştirilmeyen cerrahi bir müdahale değil, insani ilişkilere yönelik yoğun bir duygusal açlık öldürdü. Buradan bakarsak, Bay Lazarescu daha filmin açılışında ölüydü. Madem Bay Lazarescu’yu duygusal ilgiden mahrum bırakan ve onu özensiz bir tavrın sıradan nesnesi yapan şey yapısal sorunlar, o halde insanlık bu yapısal sorunları çözüme kavuşturmak için acil adımlar atmalı. Çünkü acil servisine giderken arkasında bıraktığı kedilerin açlığı hakkında kaygılanan insanların kayıtsızlığın soğuk girdabında yitip gittiği bir dünyada, hiçbir şey tat vermiyor…

Referanslar

Aitken, I. (2001). European Film Theory and Cinema. Edinburgh: Edinburgh University Press

Fotoğraflar
Videolar
Yazar Profili
Ufuk Gürbüzdal
Ufuk Gürbüzdal

3 İçerik

Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) - Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi doktora programında öğrenci. Lisans ve yüksek lisans eğitimini Bilkent Üniversitesi - İletişim ve Tasarım departmanında tamamlamıştır. Hasan Kalyoncu Üniversitesi (HKÜ) - İletişim Fakültesi’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaktadır.

Yazar Profil Sayfası