Bir Şehri Dışarıdan Tanımak: Lost In Translation

Lost in Translation yalnızlık ve yabancılaşma temalarının yanında kent yaşamına ve insan psikolojisine dair güçlü nüanslar yakalar. Bir şehri sadece yaşayarak değil, dışarıdan gelerek de anlayabileceğimizi bizlere gösterir.

Emre Can Acar 4 Ağustos 2021

Bir Şehri Dışarıdan Tanımak; Lost In Translation

İnsan, yaşamının rutinine ara verip, başka bir şehre iş ya da tatil amaçlı gittiği zamanlar kendisini daha iyi tanır. Bu durum, orada yaşadığı deneyim, aktivite, yeni insanlar tanıma gibi etkenlerden dolayı mı? Yoksa eylemden bağımsız olarak gittiği yerin ruh haline büründüğü için mi? Aslında bu iki soru birbirine paralel bir sonuç koyar. Bu sonuç hem yaşadığımız hem de gittiğimiz şehrin dinamiklerini daha iyi tanımamızı sağlar. Tıpkı İstanbul’dan İzmir’e gelen birinin “şehir çok rahat ve sakin, insanları güler yüzlü ama çoğu şey yavaş işliyor” demesi, Ankara’dan İstanbul’a giden birisinin de “şehir çok hızlı ve kaotik, o büyüklüğün içerisinde kaybolup gidiyorsun” demesi gibi şehirlerin dışarıdan gözüken kendine has karakteristik ruhu yansıtılır. Çoğu zaman da o şehrin sakinleri “içeriden” bir bakışla bu görüşlere karşı çıkar, en iyi ihtimalle de şehrin başka yönleri de olduğunu savunur. Bu durum her ne kadar tartışmaya açık olsa da bir yanlış ve doğru içermez. Aksine farklı bakış açılarıyla o şehri daha iyi tanımamızı sağlar. 

Sinemada bu hissi en iyi yansıtan filmlerden biri belki de 2003 yapımı Sofia Coppola’nın yönettiği “Lost In Translation (Bir Konuşabilse)” filmidir. Hikayesi kısaca; artık yaşlanmış ve yalnızlaşmış Bob Harris (Bill Murray) bir reklam filminde oynamak için Tokyo’da bulunmaktadır. Bu sırada Bob, kendisi kadar yalnız olan genç Charlotte (Scarlett Johansson) ile tanışır. Bu tanışma Tokyonun ışıkları, kalabalığı ve bilinmezliği içerisinde anlamlı bir arkadaşlığa dönüşür.

Sofia Coppola’nın bu ülkeye ve şehre yabancı olarak dışarıdan bir gözle bakması önemlidir. Zira ister istemez bir yapıtı ortaya koyarken kişisel deneyimlerimizden yararlanır, kendi bakış açımızı izleyiciye yansıtırız. Dziga Vertov’un “Ben bir gözüm, makineleşmiş bir kamera göz, dünyayı sadece gördüğüm biçimde aktarırım” sözü sinemanın yaratım sürecini çok güzel bir biçimde açıklar. Film Tokyo’ya üç boyutlu bir şekilde bakar. İlk boyutu dışarıdan gelen yönetmenin gözünden, ikinci boyutu, hikayede şehre yabancı ana karakterler, üçüncüsü de izleyicinin özel bakışı olarak yer alır. Bu yüzden çoğu zaman yalnızlık ve kendini tanıyış üzerinden ele alınan bu filme bir de şehrin ruhu perspektifinden bakmakta yarar var. 

İlk olarak Japonya ve özellikle Tokyo’ya baktığımız zaman, bildiğimiz batı dünyasına uzak, bambaşka bir kültürü yaşatan bir yer olarak karşımıza çıkar. Film en başında Bob ve Charlotte üzerinden bu yabancılık hissini bize sonuna kadar aktarır. Bob, havaalanından oteline götürülürken bir reklamda benzerinin kullanıldığını görerek kendini yabancılaşmış hisseder ve renkli şehir manzarası, boğulduğu çılgın bir ortam haline gelir. Charlotte ise Tokyo'da anlamsızca ve başıboş dolaşarak kendini tanımaya çalışır ancak çareyi otel odasının penceresinden şehre tepeden bakmakta bulur. Bu yalnızlaşma, keşfediş ve yabancılık hissi bu iki karakteri bir araya getirir. Otelin dışına çıkarak şehrin içerisine karıştıkları andan itibaren bambaşka bir Tokyo’ya tanık oluruz. İki karakter birlikte Tokyo’ya özgü oyun salonlarına, gece kulüplerine gider. Tokyo’nun gündüz disiplinli ve baskıcı ortamı geceleyin kendini kusarak adeta kaotik ve özgür bir hal alır. Ortaya çıkan tezatlık şehirde yaşayanlar için anlaşılmaz olsa da Bob ve Charlotte bu tezatlık karşısında var olur. Aynı zamanda kendilerini tanımaları ve arkadaşlıkları açısından bağlayıcı bir unsur taşır.  Bu aşamada bir ikililik görürüz. Karakterlerin ilk tanışma noktası olan Otel bir tür şehrin kendisinden kaçtıkları ve dinginliğe ulaştıkları bir mecraya dönüşmüştür. 

 

Burada artık şehrin hızlı, kaotik gece hayatının getirdiği kendini tanıyış, aksiyon vs yerini daha bildikleri, güvendikleri ortama bırakır. Gaston Bachelard’ın “Mekanın Poetikası” kitabında dediği gibi “ev hayal kurmayı barındırır, ev hayalperesti korur, ev insanın huzur içinde hayal kurmasını sağlar”, burada da otel bu yabancı şehrin karşısında bildikleri bir ev olmuştur.  Karakterlerin birlikte dışarıda geçirdiği zaman ne kadar özgür ve hızlıysa, otelin içerisinde de o kadar rahat ancak dingin olur.  Filmin kurgusu bu anlatıyı destekler nitelikte hareket eder. Şehrin içerisindeki hızlı kesmeler, otelde kendini uzun planlara bırakır. Aynı şekilde Tokyo’nun ışıklı ve renkli sokakları yerini otelde gri, koyu tonlara bırakır. 

Filmin sona yaklaştığı noktada Otel’in yangın alarmının çalışması kopuş noktası olur. Herkes panikle dışarı çıkar, Charlotte ve Bob’da kendilerini dışarıda bulur. Bu, her ne kadar yanlış bir alarm olsa da “güvenli ev” düsturunu yerle bir eder. Artık sığınacak bir yer olmaktan çıkar ve ikamet edilen bir yere dönüşür. Sona geldiğimizde ise Bob şehirden ayrılır ve Charlotte bir süre daha arkada kalır. Geride bir şehir ve bir dostluk bırakılmış, tıpkı vakit geçirdiğimiz şehirden ayrılmak gibi burukluk hissini bize yansıtmıştır. Sonuç olarak şehir, karakterler üzerinde bir çatışma yaratarak onlar üzerinde farklı bir etki bırakmış ve kendilerini daha iyi tanımalarını sağlamıştır. Filmdeki İçerisi/dışarısı, yabancı/tanıdık, yavaş/hızlı gibi zıtlıklar tıpkı bir yabancı bir şehri ziyaret etmek gibi, bize kendimizi ve orayı tanıtmıştır.

“Bu hapishaneden kaçmaya çalışıyorum. Kendime bir suç ortağı arıyorum. Önce bu bardan, sonra otelden, sonra şehirden, sonra da bu ülkeden çıkmamız gerekiyor. Benimle misin yoksa değil misin?”

 

 Bob Harris (Bill Murray)

Yerelden Gelen Tepkiler

Film her ne kadar uluslararası alanda büyük ödüller kazanmış ve başarı sağlamış olsa da, Japonya, özellikle Tokyo nezdinde çok da olumlu karşılanmamıştır. Tıpkı en başta bahsettiğimiz gibi, şehrin yerel sakinleri bu bakış açısını onaylamamış, hatta karşı çıkmıştır. Filmin Japonya distribütörü Tohokushinsha Co., filmi Tokyo'da tek bir sinema salonunda gecikmeli olarak gösterime sokar ve sadece bir tane internet sitesi fragmanıyla tanıtımını yapar. Japon film kritikleri de durumdan hoşnutsuzdur; Yoshio Tsuchiya filmi “klişeleşmiş” ve “ayrımcı”olarak nitelendirirken, yazar Kotaro Sawaki, Japon karakterlerin sürekli olarak aptal olarak tasvir edildiğini belirttir.

Öte yandan Lost in Translation'ın Tokyo'yu otantik, nesnel veya kapsamlı bir şekilde temsil etmek gibi iddiası yok, bu yüzden her görüntü “ilk izlenimin geçici durumunu” yansıtacak biçimde yaratılmış. Bu yüzden en başta bahsettiğimiz dışarıdan göz şehrin “öbür ruhunu” yansıtır. Bu tartışmalar batılıların gözünde doğu ve oryantalizm gibi noktalara kaysa da, film şüphesiz bir şehrin ve bu şehre dışarıdan gelen insanların hissiyatını güçlü bir şekilde verir. 

Sonuç olarak Lost in Translation yalnızlık ve yabancılaşma temalarının yanında kent yaşamına ve insan psikolojisine dair güçlü nüanslar yakalar. Bir şehri sadece yaşayarak değil, dışarıdan gelerek de anlayabileceğimizi bizlere gösterir.

 

Emre Can Acar

Haziran 2021

 

 

Fotoğraflar
Videolar