COW : Empati Üzerine

İnsanlığa meydan okumak için değil, dünya görüşünü zorlayan yeni deneyimler sunmak için en başarılı yöntemlerden biri olan ‘’sinema’’ya yeni bir katkı: Luma’nın ölüm ve yaşam döngüsü, Cow. Andrea Arnold'un ilk kez Cannes Film Festivalinde gösterilen belgesel filmi Cow (İnek) hakkında empatik bir yaklaşım.

Melis Marangoz 6 Temmuz 2022

 

14 Ocak 2022’de ilk defa Cannes’da gösterilen Cow (İnek) belgeseli, Andrea Arnold’ın ilk belgesel filmi olarak izleyiciye ulaştı. Arnold’ın farklı yaklaşımına tanık olduğumuz belgesele farklı bakış açılarıyla yaklaşmak da mümkün. Luma’nın günlük yaşamına bizi dahil eden Andrea Arnold, ilk belgesel filminde duygudaşlığı zirveye çıkararak, birçok kitlenin uyanışını başlatıyor. İzleyiciyi hiçbir manipülasyona maruz bırakmadan, akıştaki hayatı olduğu gibi aktarıyor. Başta sessiz ve utangaç bir ineğin sonrasında da yavrusunun girdiği kadraj, bize vahşi bir deneyim sunmuyor. Bir anne ineğin yavrusundan koparılmasını, doğurganlığının en verimli döneminde, bağ kurabileceği bebeğinden koparılıp daha çok süt alınabilmesi için maruz bırakıldığı durumları izliyoruz. Bir yandan yavrusunun annesinden ayrı geçirdiği anları ve büyüdüğünde tıpkı annesi gibi olması için tutsak edildiği yaşam alanlarını da izliyoruz. Film boyunca ineklerin mutlu olduklarını hissettiğimiz tek an, serbestçe zaman geçirdikleri periyod.

Çekimleri yaklaşık 4 yıl süren filmde 90 dakika boyunca dünyayı bir ineğin gözünden izleyerek, yaşadığı bütün duygu durumlarına ve karakter değişimlerine de tanıklık ediyoruz. Belgesel çekimleri başlamadan uzunca bir ön hazırlık aşamasından geçtiğini belirten Arnold, belgeselde tek bir ineğe odaklanmasını karakteri ortaya çıkarmak açısından önemli olduğundan bahsetmiştir. BBC ortaklığıyla yapılan belgeselde herhangi bir anlatıcı olmadan Luma’ya ve ilerleyen sahnelerde doğan bebeğine odaklanmamızı sağlıyor. Hiç bir anlatım olmadan sadece imgelerle kafamızda şekillenen filmde herkes kendine farklı bir yorum çıkarabilir. Genellikle durağan ve tek kadraj ilerleyen film çoğunlukla sıkıcı ama dramatik bir anlatımla; düzenin en başta bir tarafın kaybetmesi üzerine kurulduğuna vurgu yaptığını gösteriyor.

BİR ÖZNE OLARAK İNEK 

Luma oldukça alıngan ve hassas bir inek. Bakışları ve sessizliği izleyicide çok farklı şeyleri tetikleyebilir.Verdiği bir röportajda ineklerin hem çok sessiz hem de çok gürültülü hayvanlar olduğunu söyleyen yönetmen, Luma’yla kurduğu iletişimden etkilendiğini ve sinemanın bir empati makinesi olduğunu dile getiriyor.

Bu belgesel, ineklerin sofralık ete dönüşmesinden çok uzakta, sadece Luma’ya odaklanarak; sütünün yavrusu için değil, endüstri için çalınmasını, çocuğuyla olan ilişkisini, acısını, varlığının tehlikeye girmesini ve süt için bedeninin sömürüldüğünü, kendi istekleri dışında üreme sistemlerinin kötüye kullanılması karmaşık bir yerden değil daha duygusal bir noktadan aktarıyor. Seyirciden istenen şey inekle empati kurabilmek aslında. Yaşayan diğer canlılar gibi ineklerin de duygularını deneyimleme imkanı veren belgeselde ahır sahnelerinin bir kısmında fon şarkılarının kadın sanatçılardan seçilmiş olması yine yönetmenin feminist bakış açısıyla doğrudan ilişkili. Feminist hareket açısından bakıldığında da yine dişi bir ineğin çocuğundan koparılması ve sistem içinde köleleştirilmesi bilinçli bir seçim elbette ki. Bu film feminizmin yanı sıra veganizmi de ön plana çıkarmakta. İnsan olmayana karşı bir duyarlılığı canlandırmaya ve yeşertmeye yönelik demek mümkün. Veganlık hakkında konuşulması ve bunun filme bağlanması kaçınılmaz, çünkü dokunduğu yer çok hassas ve empatik bir yer. Ancak tabii ki izleyiciyi vegan yapma amacıyla değil.  

Andrea Arnold'un diğer filmlerinde -Fish Tank ve  American Honey gibi- uzun metrajlı filmlerinde, kadın hikayesi ve kadın rolünün ön planda olduğu, kaçış ve kurtulma hikayesi hep ön planda olmuştur. Bu göz önüne alındığında Cow’da da Luma’nın dişi inek olarak hikâyesini hem yakın plandan hem de duygusal açıdan görebilmek mümkün. ‘Diğer tüm canlıların da bizim gibi, başka bir canlının şefkatini veya zulmünü hissedebildiğini düşünüyorum. ‘’ diyen Arnold, hayvan haklarını ve endüstriyel hayvansal ürün üretimi üzerine de düşünmemizi sağlıyor.

10.000 yıl önce özgürce yaşayan hayvanların canlı türünün %99’unu; insanların ise %1’ini oluşturduğunu düşünecek olursak; 21.yüzyıl şartlarında geldiğimiz nokta tam tersine dönmüş durumda. Dünyayı özgür yaşayan hayvanlardan fazlasıyla çaldık ve bunun çok normal olduğunu savunmaya devam ediyoruz.  Gerçeklikten kopmamız hepimizin şu anda karşı karşıya olduğu bir şey çünkü korkuyoruz ve görmek istemediğimizi dışarıda bırakmak istiyoruz.  Öğretilen türcülük, kedi köpeklerin evcilleştirilebilir, insanlarla empati kurabilen canlılar olduğu üzerineyken, ineklerin ve diğer canlıların duygularının olmadığı, hissiz oldukları ve onlara bunu yaptığımız için bize kızgın veya kırgın olmadıkları yönünde. Bu belgesel, 21.yüzyıl için bile radikal bulunmasına rağmen, sunduğu sinematik deneyim ulaştığı hedef kitle açısından büyük önem taşımaktadır. İşin romantize edilmiş kısmını bir kenara bırakıp, aktivist Melike Dirikoç’un da uzun zamandır söylediği, sormamız gereken soru şu: ‘’insan olmayan hayvanlar, insanların zevkleri ya da alışkanlıkları uğruna ölmek istediler mi?’’

 

 

Fotoğraflar
Videolar