“Romanımla İstanbul’un korunmasına katkıda bulunmak istedim!” Bihter Sabanoğlu ile Röportaj

Edebiyat dünyasını 2022’de Edisyon Yayınları’ndan çıkan kitabı “Şüpheli Şeylerin Keşfi” ile selamlayan sanat eleştirmeni ve çevirmen Bihter Sabanoğlu ile İstanbul’u adeta bir karakter gibi okurun karşısına çıkardığı ilk romanı üzerine Nilüfer Türkoğlu bir röportaj gerçekleştirdi.

İzmir.Art 13 Ocak 2023

     “Romanımla İstanbul’un korunmasına katkıda bulunmak istedim!”

                                                                                                                              Söyleşi: Nilüfer Türkoğlu

Edebiyat dünyasını 2022’de Edisyon Yayınları’ndan çıkan kitabı “Şüpheli Şeylerin Keşfi” ile selamlayan sanat eleştirmeni ve çevirmen Bihter Sabanoğlu ile İstanbul’u adeta bir karakter gibi okurun karşısına çıkardığı ilk romanı üzerine Nilüfer Türkoğlu bir röportaj gerçekleştirdi.

Nilüfer Türkoğlu: “Şüpheli Şeylerin Keşfi”, bu yılın dikkat çeken romanlarından. Bir ilk roman olarak da hayli başarılı. Kitabını yazmaya seni iten güç ne oldu? Nasıl bir yola çıkıştı bu? Çok uzun bir araştırma süreci olmalı! 

Bihter Sabanoğlu: Romanın olay örgüsü Paris’te aldığım klasik sanat tarihi, Bizans tarihi gibi eğitimler ve yaptığım araştırmalar sırasında şekillendi. İstanbul’un Bizans yörelerinde gelişen, kentin Bizans tarihiyle doğrudan ilişkili fakat günümüzde geçen bu hikâyenin çatısı zihnimde yıllar önce belirmişti. Elbette onu kâğıda dökmek için oldukça yoğun araştırma yapmam gerekti; fakat ben akademik yazılar da yazdığım için bu aşina olduğum bir durum ve uzun bir süre boyunca ele alacağım mabetler, mahalleler hatta tek tek sokaklar hakkında bilgi toplamak benim için çok keyifliydi.

N. T. :Romanın içine dalmadan seninle ilk defa tanışacak olan okurlara kendini nasıl anlatırsın? 

B. S. :Yıllardır edebiyatla, yazıyla, sanatla farklı biçimlerde haşır neşir olan birisiyim. Öğrencilik yıllarımda edebi çeviriler yapardım. Halihazırda Sanat Dünyamız, Art Unlimited, Toplumsal Tarih gibi dergilerde, Manifold, Sanat Kritik gibi internet mecralarında araştırma yazıları, sanat eleştirileri yazıyorum. İlk romanım Şüpheli Şeylerin Keşfi bana yeni bir alemin kapılarını açtı. Kurgudan aldığım tadın benim için diğer her türlü yaratımın önünde olduğunu itiraf etmek zorundayım.

N. T. : Bu romanı yazmadan önce aslında içinde bir yerde hikâyeyi yazdığını biliyorum. Sonra İstanbul’a taşınmanla bu süreç hızlandı. Bu şehri keşfederken ilk durağın neresi oldu? Nerelere uğradın? Bir yandan romanına da yön veren ve seni en çok etkileyen yapılar, binalar, mekanlar nelerdi? 

B. S. :15 yıl Paris’te yaşadıktan sonra 2018 yılında İstanbul’a taşındım. İstanbul’da o Bizans mirasının içine dalmak için her gün romanın geçmesini planladığım yerlerde dolaşmaya başladım. Hikâyenin nüvesi zihnimde belirmiş olsa da bu başıboş gezintiler sırasında arka plan, olay örgüsünün detayları gibi pek çok öge hatta bazen karakterlerin kendileri şekillendi. Karagümrük ve Ayvansaray taraflarına yoğunlaştım ilk; zaten roman günümüzde Karagümrük Stadı olarak bilinen Aetios Sarnıcı’nda açılıyor ve yine Ayvansaray’daki Vlaherna Ayazması’nda gelişiyor. Balat, Samatya, Beyazıt, Çemberlitaş gibi bazen Bizans bazen Osmanlı tarihi için büyük önem taşıyan semtler hikâyeye yön verdi. Katmanlı yapılar beni özellikle etkiliyor, camiye çevrilen kiliseler örneğin, veya zaman içinde kilise, cephanelik, müze gibi farklı işlevler edinen Aya İrini benzeri yapılar, pagan dönemden Osmanlı’ya uzanan bir süreçte üzerine farklı inançlara ait mabetler inşa edilen toprak parçaları…

N. T. :Hikâye kahramanlarını da yanında sürüklemiş olmalısın. Ayla ve Edhem’den biraz bahsedelim mi? Kim onlar? Nelerini sevdin, nelerini sevmedin onların? 
 

B. S. :Romanda tüm karakterler hem benden hem de hayatımda beni etkilemiş, bana olumlu ya da olumsuz ama kuvvetli duygular hissettirmiş insanlardan izler taşıyor. Edhem; İsviçre’de yaşayan, İstanbul’a oldukça tuhaf ve korkutucu bir amaç için gelmiş, kentte az zamanı bulunan, çetrefilli bir psikolojik sorunla boğuşan 45 yaşında -yaşının kurguda önemi bulunuyor- bir Bizans tarihi hocası. Onda sevmediğim çok özellik var; İstanbul sokaklarında Oryantalist bir 19. yüzyıl seyyahı gibi geziyor, şehrin, içinde yaşayanların ruhunu anlamıyor, anlamak için bir çaba da göstermiyor. Tarihçi olduğu için şehri bir araştırma alanı olarak görüyor, onunla bağı da kavramlardan ibaret. İnsanlarla ilişkisini de aynı analitik yaklaşım gölgeliyor; Ayla’yı zihnindeki şemalara oturtmaya çalışıyor, kadınlara yaklaşımı da en hafif tabirle sorunlu. Yıllarını geçirdiği eşini dahi bir yerde asistanı olarak algılıyor farkında olmadan. Edhem’e karşı çok acımasız olmak da istemem; onda her şeye rağmen sevdiğim çocuksu bir taraf, karakterinde bir naiflik var. Bazı insanlara, örneğin çocuğuna karşı, sonsuz bir şefkat göstermeyi becerebiliyor. Ayla ise İstanbul’un göbeğinde yalnız yaşayan, çalışan, herhangi bir ailevi bağı bulunmayan özgür bir kadın. İstanbullu ve kentle ilişkisi onun için büyük önem taşıyor. Roman Ayla’nın “Hep bir erkek olmayı istedim” cümlesiyle açılıyor; hayatına daldıkça cinsiyetle, toplumsal rollerle, aile kavramıyla sorunları olduğunu, geçmişinde travmatik olaylar yaşadığını ve bu travmaların sonucunda da hafıza sorunlarıyla boğuştuğunu anlıyoruz. Ayla’nın kentle derinden bağlantısı, belki de üzerinde son derece özenle çalıştığımdan, onun en sevdiğim yönü. Ama babasıyla ilişkisine üzülüyorum mesela, ikisi de korkaklıklarından çoğu şeyi dile getiremiyorlar ve aralarındaki uçurum gittikçe büyüyor. 


N. T. :Binlerce yıllık bir tarih içinde kaybolan geçmişlerinin izini bulmaya çabalayan insanların öyküsünü kentin değişen ve dönüşen yüzü, mekanları, geçmiş ve bellek, unutma, hatırlama, intihar, kadınlık erkeklik durumları gibi meseleler üzerine kuruyorsun. Tüm bunlar içinde, bir ilk roman olduğunu da not düşecek olursak, hiç kaybolmadın mı? Yazarken bocaladığın, durup çokça geri dönüp yazıp sildiğin oldu mu? Yazma sürecini ve odaklandığın konuları daha detaylı senden dinlemek isterim. 

B. S. :Tabii kimi zaman geri döndüğüm ve bazı bölümleri değiştirdiğim oldu. Ana olay örgüsünde muazzam bir farklılık gerçekleştiğini söyleyemem ama bazen bir karakterin gerçekleştirdiği bir eylem içime sinmediğinde, bazen de daha zengin bir yan senaryo aklıma geldiğinde dönüp o pasajı baştan ele aldım. Yazarların özellikle ilk romanlarına otobiyografik izler bırakması da yaygındır; tüm bunlara bahsettiğin gibi kentsel, tarihsel, ruhsal meseleler, cinsiyete, hafızaya dair sorunsallar eklenince bazen o keşmekeşin ortasında kapana sıkışmış gibi hissediyordum. Ama her zaman hikâyeme, karakterlerime güvendim ve o boğulma hissinden daha çok düşünerek, daha çok yazarak kurtuldum.

N. T. :Kitabındaki Bizans etkisi de ister istemez hissediliyor. E zaten İstanbul’un her köşesinde Bizans dokularına rastlamak mümkün. Senin üzerindeki etkisini merak ediyorum tüm bu tarihi yapının. Paris’te Bizans eğitimi de aldığını düşünürsek…

B. S. :Paris’te yaşadığım uzun yıllar boyunca İstanbul’dan hiç kopmamıştım. İki-üç ayda bir şehre gelir ve uzunca zaman geçirirdim. Bizans ile yakından ilgilenmeye ve bu konuda araştırmalar yapmaya başladıktan sonra ise İstanbul’un kaybolan, yok edilen mirasının onuruna bir şeyler yapmak, bu kaybı yad edecek, hatta onu metaforik biçimde tersine çevirecek bir şey yaratma arzusunu kuvvetle hissetmeye başladım. Romanım belki de tüm bu yıkımla baş etmenin bir yolu; o mirasın içinde eriyerek, onunla uyum içinde yaşayan, şehre ilgi, saygı, hayranlık duyan karakterler kurgulayarak hatta şehri bir karakter olarak romana ekleyerek şehrin korunmasına katkıda bulunmak istedim.

N. T. :Romanda “sınırlı üçüncü şahıs” anlatımı söylüyorsun bir başka söyleşinde. Bu tam olarak ne demek? 

B. S. :Anlatıcı her şeyi bilen bir anlatıcı değil. Olayları üçüncü şahıs kullanarak naklediyor fakat limitli bir bakış açısından. Ayla’nın odakta olduğu bir sahnede olayları sadece Ayla’nın perspektifinden görüyor, onun duygularını, düşüncelerini paylaşıyor, diğer karakterleri onun aracılığıyla analiz ediyoruz. Örneğin Selim ile geçirdiği anlarda Selim’in ne düşündüğüne, ne hissettiğine dair gerçek bir fikrimiz yok, onunla ilgili fikrimiz Ayla aracılığıyla oluşuyor. Aynısı Edhem’in merkezde olduğu sahneler için de geçerli; odakta o yer alıyorsa, Ayla’yı ancak onun gözünden görebiliyoruz. İlk roman için riskli bir seçimdi, çünkü ustalıkla işlenmezse karmaşaya yol açabilir, baş döndürebilir. Fakat beni büyüleyen bir anlatım şekli; dinamik ve yaratıcı geliyor bana, kendimi ilk romanda bu şekilde ifade etmek istedim. Üstelik birbirlerini, hatta hayatlarındaki diğer insanlı devamlı surette yanlış anlayan iki karakterin damga vurduğu bir anlatı için bana kalırsa ideal bir seçimdi. O sınırlı bakış açısını okuyucuya hissettirerek onların da karakterleri yanlış anlıyor olabileceğini vurgulamak istedim.

N. T. :Sanat eleştirmenliğinin  verdiği bakış açısıyla romanın adeta başrolüne oturttuğun İstanbul’u bir sanat eseri olarak ince ince işliyorsun. Çok sesli, çok kültürlü bu kenti resimlerle özdeşleştirdiğinde gözünün önüne gelen tablolar neler? (Kitabında da zaten pek çok sanat eserine gönderme yapıyorsun.)

B. S. :Genelde aklıma duyarsızlık, vurdumduymazlık hissini yansıtan tablolar geliyor. Romanda da sözünü ettiğim Brueghel’in İkarus’un Düşüşü Sırasında Bir Manzara’sı mesela. İkarus denizde boğulurken çiftçi tarlasını sürüyor, çoban gökyüzüne bakıyor, ölümü kimsenin umurunda değil. Şehrin tarihi yok olurken bihaber ve umursamaz şekilde hayatına devam eden insanlarla bu tablodaki figürler arasındaki paralellik bana heyecan veriyor. Max Bedulenko’dan da bahsedebiliriz, genç bir sanatçı, steam punk stilinde İstanbul betimlemeleri var, internette örneklerini görmek mümkün. Benjamin Constant’ın Theodora’yı hipodroma bakarken resmeden tablosunun da Bizans İstanbul’undan güzel bir enstantane olduğu hayal edilebilir. 

N. T. :Kitap kapağını da es geçmeyelim. Mutlaka bir hikayesi olmalı onun da! Özel bir seçim mi?  

B. S. :Tabii, kapak yakın bir arkadaşımın, sanatçı Çınar Eslek’in eseri. Çınar romanın yazım sürecinde yanımdaydı ve romanın bitmiş halini ilk okuyan insanlardan biriydi. Hikâyenin ona düşündürdüklerinden yola çıkarak birçok çizim yaptı ve zor da olsa aralarından birini seçtik. Eskizlerin bazılarını bana hediye etti ve şu an evimin duvarlarını süslüyorlar. Çınar’la dostluğum onun bir sergisi hakkında Art Unlimited dergisine bir eleştiri yazısı yazmamla başlamıştı; işlerine hayran olduğum bir sanatçının romanımın kapağını çizmesi benim için büyük bir onurdu.
 

N. T. :Bir yazar olarak çalışma masanın fotoğrafını çeksen ve bize sunsan… Üzerinde neler var, hangi kitaplar? 

B. S. :Tabii çektim. Bir kaç kitap aynı anda okuyorum her zaman, hızlıca bakarsam bir Antik Yunanca, bir de Arapça gramer kitabı ve bir Osmanlıca sözlüğü görüyorum. Bu ara üzerine çalıştığım diller. V. Murad’ın Oğlu Selahaddin Efendi’nin Evrak ve Yazıları var, bir de Latife Tekin’in Zamansız’ı. Şule Gürbüz - Kıyamet Emeklisi,  George Bataille - İmkansız, Annie Ernaux – La femme gelée görüyorum. Son olarak da Carroll & Graf’tan çıkan kalın bir savaş karikatürleri antolojisi. 

N. T. :Şu sıralar üzerine yoğunlaştığın yeni bir kitap var mı? 

B. S. :Evet ama daha çok taze. Karakterler henüz ruh gibi süzülüyor. Yavaş yavaş sislerin içinden beliren bir öykü var. Acele etmeden yazıyorum.

N. T. :İçinde yaşamasan da başka kentleri odağına aldığın ve yeniden kurmaca bir hikâye yarattığın yeni bir kitap düşünür müsün? Mesela İzmir’e ne dersin? 

B. S. :Çok isterim, İzmir tarihsel açıdan son derece zengin, nevi şahsına münhasır bir kent. Ama onu yazmak için mutlaka içinde yaşamam, ruhunu hissetmem gerekir, dolayısıyla İzmir hakkında bir kurguyu İzmir’de yaşayacağım bir zaman dilimine saklayayım.

N. T. :Bu arada yılın sonuna doğru yaklaşırken mutlu ve başarılı bir yıl diliyorum sana. 2023 için bir dileğin varsa, öğrenelim mi? 

B. S. :Teşekkür ederim! Tek dileğim kaygılar ve korkularla kendimi baltalamadan daha da üretken olabilmek. 

 

BİHTER SABANOĞLU

 

1980 yılında İstanbul’da doğdu. Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi’nin ardından eğitimine İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde devam etti. Paris III Sorbonne Nouvelle’den İngiliz Dili ve Edebiyatı dalında yüksek lisans derecesi aldı. 2000 yılından bu yana Gilbert Keith Chesterton, Alain de Botton gibi birçok yazarın eserini Fransızca ve İngilizceden Türkçeye çevirdi. Halen Arketon Yayınları’nda editör olarak çalışmalarını sürdürüyor. Ayrıca, Sanat Dünyamız, İstanbul Araştırmaları Yıllığı, Toplumsal Tarih, Art Unlimited dergileriyle dijital yayın platformları Sanat Kritik ve Manifold’da sanat tarihi, çağdaş sanat, kent tarihi, edebiyat tarihi, edebiyat eleştirisi konularında yazılar yazıyor. Şüpheli Şeylerin Keşfi, Bizans ve klasik sanat tarihinin yanı sıra hiyeroglif, Osmanlıca, Çince gibi farklı diller üzerine eğitim alan ve Paris ile İstanbul arasında yaşamını sürdüren Sabanoğlu’nun ilk romanıdır.


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NİLÜFER TÜRKOĞLU

1982 yılında İzmir’de doğdu. İlkokul birinci sınıfta günlük tutmaya başladı ve yazar olmayı kafasına koydu. İngiliz Dili ve Edebiyatı’nı bir iki puanla kaçırmış olup üzülse de çevresinin, “Aman boşver, İngilizcen var, İspanyolcan da olsun” demesiyle Ankara Üniversitesi DTCF İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünde eğitim gördü. Bir dönem Hippi Kız ve Popüler Mevzular isimli bloglarıyla Türkiye’nin en iyi bloggerlarından biri olarak anıldı ve Altın Örümcek Web Ödülleri başta olmak üzere pek çok ödül kazandı. 2006 yılından itibaren Milliyet, Esquire, Cosmopolitan, Posta gibi çeşitli gazete, dergi ve web sitelerinde editörlük, yazarlık yaptı. 2018 yılının sonlarında kendi mecrasını kurarak kültür sanat haber sitesi Ajandakolik için üretmeye başladı. Bunun yanı sıra gazetelere ve Ajandakolik’e kitap incelemeleri ve yazarlarla söyleşiler yapıyor. Kalemi sol eliyle tutuyor ve miyop gözlerini hep kısıyor. Geçtiğimiz yıl 15 yıl yaşadığı İstanbul’dan elini ayağını çekerek kendisi gibi gazeteci olan biricik eşiyle Ayvalık’a taşındı. Zeze isminde şeker portakalı bir kedisi ve henüz beş buçuk aylık Helen isminde bir kızı var. 



 

Fotoğraflar
Videolar