Sinema ve İktidar: Politik Sarkaç Teorisi Üzerinden Toplum ve Kültür
...sallanan bir sarkaç bir yöne ne kadar ilerlerse diğer yöne doğru da aynı kuvvette hareket eder. Yani bir taraftan ne kadar çekersek diğer tarafa da o kadar gitmesi kaçınılmaz olur. Bu bazen tek adam rejimlerinin direkt olarak demokrasiye geçmesi olurken, bazen de tek bir adamın demokrasiyi eline geçirmesidir.
Dünyanın politik atmosferine yakın tarih üzerinden baktığımızda, iktidar ve güç dengesinin bir uçtan diğer uca sürekli kaydığını görüyoruz. Bu güç değişimine daha geniş bir spektrumdan baktığımızda ise kendini tekrar eden bir model görürüz. Batılı demokrasilerde, özellikle 60’ların Beat Kuşağı’ndan sonra Amerika’da muhafazakâr Ronald Reagan ve Birleşik Krallık’ta da “Demir Leydi” lakaplı Margaret Thatcher’ın iktidarı söz konusudur. 90’lara geldiğimizde bu iki isim ve savundukları ideoloji güç kaybetmiş ve özgürlükçü hareketler ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde Franco sonrası İspanya’da “La Movida Madrileña” akımı ortaya çıkar. 90’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yine baskılanan din unsuru güçlü bir şekilde dönerken, kapitalist ülkelerin mallarına talep bir o kadar yoğun olmuştur. Politik sarkaç teorisi de bu tarihsel veriden yola çıkar. Kısaca, sallanan bir sarkaç bir yöne ne kadar ilerlerse diğer yöne doğru da aynı kuvvette hareket eder. Yani bir taraftan ne kadar çekersek diğer tarafa da o kadar gitmesi kaçınılmaz olur. Bu bazen tek adam rejimlerinin direkt olarak demokrasiye geçmesi olurken, bazen de tek bir adamın demokrasiyi eline geçirmesidir.
Türkiye’deki yerel seçim sonuçları, sanırım çoğu kesimi ister istemez şaşırttı. Aslında yukarıda örneğini verdiğimiz gibi tarihsel süreç üzerinden ele aldığımızda bu sonucun ister istemez kaçınılmaz olacağı aşikâr. Tabii ki bu konuyu iktidarın gücünü kaybetmesinin bir nedeni olarak görmek yanlış olur. Zira bir iktidarın gücünü kaybetmesinin nedeninde, sadece sosyokültürel kutbun bir yönden diğerine kayması değil, bir çok parametre yer alır. Politik sarkacın diğer yöne kayması daha çok iktidar kaybının bir sonucu olabilir. Bir tarafa doğru güçlü bir şekilde çekilmiş sarkacın, bu güçten kurtulduğunda tam zıt yöne doğru şiddetli bir yönelimi olacaktır.
Dolaylı yoldan her toplum, bir tarafa doğru güçlü bir şekilde çekilmenin etkisiyle, gücünü kaybeden iktidarı eleştirmeye başlar. Sarkacın diğer tarafa doğru kayma hızı ne kadar şiddetli olursa, bu eleştiri de o kadar yoğun olur. İşte bu noktada irdeleyeceğimiz şey, bu güç kaybı sonrasında ortaya çıkan sosyokültürel atmosferdir. Uzun yıllar İspanya’yı diktatörlükle yönetmiş Franco’nun dönemi ve sonrasına bakarak, bir Akdeniz ülkesinin baskı ve travmaya verdiği uç tepkiye bakmakta yarar var.
Dönüşüm: La Movida Madrileña ve Pedro Almodóvar
İspanyolca adı “La Movida Madrileña” olan bu karşıkültür hareketini tam anlamıyla Türkçeye çeviremeyiz, ancak Movida “hareket etmek” anlamını taşır. İspanya’nın, onlarca yıl süren sansür, baskı ve dışlamadan sonra demokrasiye geçişi ve başkentin dönüşümüyle başlayan bu akım; müzik, moda, sinema, resim ve fotoğrafçılıkta yeni ifade biçimlerini ortaya çıkarttı. Özünde bir punk hareketi olan Movida, dışarıdan eğlence ve sanatın ön plana çıktığı bir dönem gibi gözükse de uyuşturucunun hüküm sürdüğü öfkeli ve yer yer nihilist bir tutum söz konusudur. Zira Franco rejiminin baskıladığı gençlik ve entelektüel kesim, kendi içinde sentezlenerek bu baskıyı Movida’yla kusar. Bu yüzdendir ki Movida içerisinde uyuşturucuyu, yarının olmadığı eğlence anlayışını ve sokakları boyayan grafitileri barındırdığı gibi sinemayı, fotoğrafı ve edebiyatı da barındırır.
Franco döneminde yetiştiği dini okullarla beraber Madrid atmosferinin içinde bulunan Pedro Almodóvar bu akımın en güçlü ismi olur. Yetiştiği kültürel çevrenin son derece bilincinde olan Almodóvar, filmlerinde asla politik bir mesaj kaygısı gütmez ya da çoğu Latin Amerika politik sinemasından filmlerin yaptığı gibi eline bir megafon alıp geçmişin ne kadar acı verici olduğunu haykırmaz. Ancak; yarattığı senaryolar ve oluşturduğu dil, komedi ve cinselliği kullanarak toplumun travmalarını güçlü bir şekilde su yüzüne çıkartır. Bunu bireylerin hayatı üzerinden, basit hikâyeleri izleyiciyi şaşırtan drama ve komediyle harmanlayarak yapar. İspanya’nın geçmiş travmalarını da alttan alta irdelerken onun en güçlü silahı “dönüşüm” motifi olur. Bu dönüşüm bazen cinsiyet rolleri üzerinden olurken bazen de direkt cinsiyet üzerine olur. Ancak Almodóvar’ın özünde yaptığı şey kavramları değiştirmektir. Franco döneminde kutsallık atfedilmiş birçok kavramı, özellikle “aile” kavramını kendine has bir biçimde dönüştürmüştür.
1999 yapımı Annem Hakkında Her Şey onun dilini ve dönüşüm motifini başarılı bir biçimde yansıtır. Filmin hikâyesine kısaca değinirsek; Manuela, yazar olmayı düşleyen oğlu Esteban’ın ölümü sonrasında, uzun zamandır görüşmediği Esteban’ın babasını aramaya koyulur. Onu bulduğunda ise artık Lola adında bir travesti olduğunu öğrenir. Manuela işini bırakıp Lola’yla yeniden bağlantı kurma kararı alır. Onun çevresiyle ve sahne dünyasıyla tanışır. Franco sonrası kimlik arayan bir toplum üzerinden okumasını yapabileceğimiz filmde, bireysel ancak şaşırtıcı dramaların üzerine “rol yapma” teması yer alır. Şov dünyası, sahne, kadın ruhlu bir erkeğin hem erkek hem kadın rolü yapması filmin temelini oluşturur. Aslında bu iki hayatlı dünya, Franco döneminin bir alegorisi gibi karşımıza çıkar. Baskıcı rejimin gücünü sürdüğü toplumda, gerçek kimliklerini ve düşüncelerini ifade edemeyen bireylerin iki hayatlı yaşamları şüphesiz tıpkı filmdeki gibi bir karmaşa yaratır. Almodóvar filmde, Franco döneminin en büyük kutsalı olan aile kurumunu adeta söker ve tekrar birleştirir. Bunu ilk olarak anne sonra da baba figürü bağlamında dönüştürerek yapar. Filmde aileyi yermez, aksine önemini vurgular; ancak aile kavramı bambaşka bir şekilde karşımıza çıkar.
Almodóvar’ın Franco döneminin travmalarını yansıtmayışı onun apolitik olduğunu göstermez. Filmlerinde yaptığı şey aslında bir nevi onu yok sayarak tarihten silmeye çalışmak denebilir. Bunu da kurduğu hikâyelerle, yarattığı estetik ve alegorilerle yapar.
Öfke: Thatcher İngilteresi’nde Büyümek
Politik sarkaç teorisi üzerinden baktığımızda, otokrat iktidarlara karşı oluşan tepkiye bir diğer örnek ise Thatcher sonrası Birleşik Krallık verilebilir. Thatcher’a öfkenin asıl sebebi iktidarda olduğu dönemlerde ekonomik krizlerin yükünü işçi sınıfı üzerine yıkması ve milliyetçi politikalarla Arjantin’i karşısına aldığı Falkland Savaşı’dır. Özellikle 80’lerdeki ekonomi politikaları ülke çapında grevlere sebep olurken, izlediği sert politikalar ona “Demir Leydi” lakabıyla beraber işçi sınıfının nefretini kazandırmıştır. Üstelik savaşla beraber körüklediği milliyetçilikle, Skinhead kültürünü sosyalist ve anarşist bir yapıdan Neo-Nazi bir oluşum haline getirmiştir. Otokrat yönetimini meşru kılmak amacıyla komünistlere karşı bir cadı avı yürütmüştür ki iktidarının sonlarına gelirken ondan nefret edenlerin sayısı bir hayli fazladır.
Shane Meadows’un yönetmenliğindeki 2006 yapımı This Is England tam da Thatcher’in Falkland Savaşı’nı yürüttüğü sırada geçen; dazlaklık ve büyümek üzerinden o döneme sert bir eleştiri yapan bir film. Babasını Falkland Savaşı’nda kaybeden Shaun’un dazlakların saygısını kazanarak onlarla kurduğu bağ ve bu bağ sonucunda kendisine baba figürü olarak seçtiği ırkçı Combo’yla olan ilişkisi anlatılıyor. Yönetmen Meadows dönemin haber görüntülerini anlatısına serpiştirerek yalnızca zamanın popüler kültürüne değil aynı zamanda daha geniş siyasi gelişmelere –özellikle Falkland Savaşı- de dikkat çekiyor. Film ekonomik ve sosyal bir dönüşüm içindeki İngiliz ulusal kimliğinde yaşanan toplumsal kriz duygusunu yansıtıyor. Bunu yaparken de başrolüne ergenlik ve çevre sorunlarıyla yüzleşen 12 yaşındaki Shaun’u koyarak kimlik buhranını ön plana çıkartıyor. Filmin belli bir belgesel estetiğiyle süslenmiş gerçekçiliği var ancak bu durum hiçbir şekilde salt sosyolojik bir anlatım yaratmıyor. Yönetmenin diğer filmlerindeki kendisine özgü duygusal estetik bu filmde de görülmekte. Sonuç olarak film yoğun bir duygusallık içerse bile bunu bir “acı” seremonisine dönüştürmüyor. İngiliz sinemasının kendine has komedisini ve sıcaklığını kullanarak bu duygusallığı melodrama dönüştürmeden yok ediyor.
Thatcher dönemine üzerine verilebilecek bir diğer örnek ise Stephen Daldry’nin yönetmiş olduğu 2000 yapımı Billy Elliot filmidir. Tıpkı This Is England gibi bu film de Thatcher döneminde geçerek büyümeyi, ergenliği ve aileyi konu alır. Ancak Daldry, Shane Meadows’un aksine filmin atmosferini naif ancak bir o kadar gerçekçi bir biçimde işler. Zira Skinhead kültüründen ziyade naif bir işçi sınıfı hikâyesi anlatan film, fakir bir işçi ailesinden gelen Billy Elliot adındaki bir çocuğun dans tutkusunu, çevresinden gördüğü baskıyı ve arka planda dönen grevleri konu alır. Dans tutkusu ve çocuksu masumiyetiyle çatışan çevre baskısının getirdiği “erkeğin bale yapması geyliktir” düşüncesi onun naif ikilemini oluşturur. Yaşadığı bu ikilemin arka planında öfkeli bir grev mücadelesi vardır. Filmin grev sahnelerindeki saldırganlık ve şiddet, Billy’nin bale sahnelerindeki tutkuyla eşleşerek ikili bir anlatım yaratır. İkisinin özünde de insan olmanın mücadelesi vardır. Arka plandaki grev ne kadar şiddetlenirse Billy’nin antrenmanları da o kadar özverili ve enerjik olur. Filmin ritmik kurgusu ve filmde geçen dönemin rock n' roll şarkıları da bu anlatıyı güçlendirmektedir.
Sonuç olarak, politik rüzgâr tersten de esebilir ki politik sarkaç teorisi de aslında bu rüzgârın şiddetini ölçer. Sinemanın zaman ve mekân sonsuzluğu da bu rüzgârın yarattığı yıkımı en iyi şekilde verir.
Emre Can Acar
2024